erotik shop
Bugun...


Çivisi Çıkmış Dünya'da 'Uygarlık Krizi'
Maalouf'a göre tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar aşırı bir fanatizm ve hoşgörüsüzlüğün yaygınlaşmış olması; Yabancı düşmanlığı ve farklı kültürdeki insanlara karşı tahammülsüzlük, bütün bunların iletişimin, teknolojinin bu kadar geliştiği bir zaman diliminde vuku buluyor olması topyekun 'uygarlığın krizi' anlamına geliyor.

facebook-paylas
Tarih: 06-10-2015 14:38
Çivisi Çıkmış Dünya'da 'Uygarlık Krizi'
+ -

* Veysel Yenigül

Semerkant, Işık bahçeleri, Afrikalı Leo, Beatrice'ten sonra Birinci Yüzyıl, Tanyos kayası, Doğunun Limanları, Ölümcül Kimlikler, Yüzüncü Ad, Yolların Başlangıcı, Arapların Gözünde Haçlı Seferleri gibi kitaplarıyla Dünya'da milyonlarca insanı etkileyen Amin Maalouf, Benim de hayranı olduğum yazarlardan biridir.

''Çivisi çıkmış Dünya'' adındaki kitabı Yapı kredi yayınlarından 2009'da çıkmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu kitabın aktüel değeri nedeniyle yeniden hatırlanmayı hak ettiği kanısındayım.  

Ortadoğu ve Arap dünyasında son yıllarda olup bitenler; özellikle Yazar'ın ülkesi Lübnan'ın da dahil olduğu Suriye'deki siyasi kaos başta olmak üzere, Mısır'daki batı destekli askeri darbenin bölgesel ve küresel yansımaları, Batıyı iyi bilen Ortadoğulu bir yazarın okunmasını önemli kılıyor. 

Kendi eserlerinden de anlaşıldığı gibi bir roman yazarı olan Maalouf, aslında iyi bir deneme yazarı ve düşünce adamı da sayılır.

Ölümcül Kimlikler adlı kitabında kozmopolit bir medeniyetten tekçi, baskıcı ve vesayetçi siyasal yapılara mahkum edilen Ortadoğu insanının trajik kaderi kadar, küresel dünyanın beraberinde getirdiği kimlik sorunlarına çözümün yollarını da görmek mümkündür.

Küresel kapitalist sistemin günümüzde bütün kimlikleri hissettirmeden, alttan kemirerek tek bir kimliğe doğru evirip homojenleştirici yapısını dikkate alacak olursak, Yazarın kaygılarına sanırım hak vermemek elde değil.

Küreselleşme süreci kimlikleri ayrıştırırarak benzeştirmeye çalışıyordu. 
İşte ''çivisi çıkmış dünya'' tam da bu perspektifin devamında okunması gereken bir kitap...

***

''20.y.y'ın sorunlarını büyük ölçüde 21.yy'a taşıyan dünyamızı bugün daha da büyük tehlikeler beklemektedir. Bunların biri ise, ötekileri öcü gibi algılayan, yada farklı kültürleri düşman gibi gören, oraya doğru savrulan bir anlayışın ayak izleri olsa gerek...''

Yazar'a göre tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar aşırı bir fanatizm ve hoşgörüsüzlüğün yaygınlaşmış olması; Yabancı düşmanlığı ve farklı kültürdeki insanlara karşı tahammülsüzlük, bütün bunların iletişimin, teknolojinin bu kadar geliştiği bir zaman diliminde vuku buluyor olması topyekun 'uygarlığın krizi' anlamına geliyor.

Peki, bu krizin kaynağına derinlemesine inmek gerekmez mi? Maalesef kitapta bu sorunun yanıtını doyurucu bir şekilde bulmak pek olanaklı değil...

Maalouf, krizin farkındadır, önerdiği çözümler ortalama olarak üzerinde mutabık olunabilecek çözümlerdir. Ne var ki burada örtük bir biçimde eleştiri konusu yaptığı modern akıl üzerinden sonuca gitmeye çalışmakla, kendi teşhislerin bir kısmının tedavisini zorlaştırıyor.

Şöyleki; Ekonomik dengesizlikler, çevre felaketi, iklim değişikliği vs. sorunların yegâne kaynağı 'batı medeniyeti ise; Bu medeniyetin dayandığı temeller akıl, özgürlük, ilerleme, refah ve büyüme hedefleri değil miydi?
O halde günümüz dünyasındaki iktidar çatışmalarını ve ölçüsüz rekabetleri hangi normlar frenleyebilir diye sormak gerekiyor.

Bu bağlamda Yazar, manevi gelişimin, maddi gelişimin gerisinde kalmasını asıl nedenlerden biri gösterdiğine göre maneviyatın mahiyeti ve derinliği üzerine yüzeysel bir değerlendirmenin yeterince açıklayıcı olmayacağını da bilmeliydi.


Nitekim kitapta ağır eleştiri konusu olan Avrupa ve ABD'nin başta olmak üzere, güneyde yükselen Hindistan ve Çin'in yanı sıra uzak doğudaki Japonya'nın da insanlığın geleceğiyle ilgili görüşlerini sorgulaması ve herkesin davranışlarını değiştirmesi gerektiği vurgusu yerinde bir tespittir.

Lakin sorun, şu soruların doğru cevaplanmasıyla aşılabilir: 

1- Gezegenin geleceği ve medeniyetlerin bekası için çağın süper güçlerini ortak noktada buluşturacak, belki de dünya üzerindeki bütün toplumların kendisi, başkaları ve çevreyle ilgili alışkanlıklarını kökten değiştirebilecek ortak referans ne olabilir?

2- Birlikte yaşayabilmenin kuralları ve ölçüleri nasıl tayin edilecek?

3- Ötekileri hor görme, dışlama ve imha etme kültürü yerine; onlarla bir arada yaşamak, karşılıklı kabul, anlama ve tanıma temelinde bir kültüre nasıl geçilecek?

Hem, Batı'da 11 Eylül olaylarından sonra yükselen 'islamofobi' algısı, hem de Ortadoğu ile Arap dünyasındaki batı algısının tarihi, sosyal-psişik temellerine önyargısızca yaklaşmak ve gerçek veriler üzerinden düşünmek önemli... Tüm bunları kem küm etmeden olduğu gibi ifade edebilmek daha da önemli tabiki... Batı'nın çıkarlarını, ötekilerin değerlerinden, saygınlıklarından üstün tutma çabası, ortadoğu ve Arap dünyasında baskıcı, otoriter, kabile menfaatçiliğine ve kültürel geri-kalmışlığa neden olan yönetimlerin ortaya çıkmasına davetiye oluşturmuştur. Olup bitenler bununla sınırlı kalmamış, Batı'nın ekonomik sistemi ve gelişmişliği dışarıdan fazla göç almasını sağlamış ve farklı kültürlerin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar iç içe yaşamasına yol açmıştır. Bu süreçte maddi gelişmişlik olabildiğince hızlanmış ama; değerler planında bireyin çözülmesi, 'değer yitimi duygusu' gibi çift yönlü bunalımı ortaya çıkmıştır. Bunun da dolaylı yoldan adı 'kimlik krizi'dir. 
Bu kriz nasıl aşılacak? Değerler yeniden nasıl ele alınacak? türünden sorular kaçınılmaz hale geliyor. 

Bu nedenle 21.yy. için 'dinlerin çağı' diyenler haksız mı acaba? Dinler, elbette manevi ve ahlaki gelişimi sağlamada alternatifsizdir. Ama tek bir dinin mutlakıyetçi bir tavır içinde olması da çözümden çok çözümsüzlüğü derinleştirmekten başka bir şeye yaramayacaktır.

Ortadoğu'da geçmişte farklı dinlerin, dillerin ve kimliklerin bir arada gayet hoşgörülü bir biçimde yaşaması bir yana, aynı dine inanan insanlar arasındaki görüş farklılığı inanılmaz tartışmalara ve entelektüel verimliliğe sahne oluyordu. Sözgelimi, Abbasiler dönemindeki fikir tartışmalarını ve düşünce özgürlüğünü, Eyyubiler ve Osmanlılar dönemindeki hoşgörünün çeyreğini; bugünün Arap ya da Ortadoğu'nun herhangi bir müslüman toplumunda bulabilmek imkansız! 

***

Dikkat çekici başka bir husus; iletişim ağları ve teknolojik gelişmelerin, bireyi yerelleşmeye, bütünden kopmaya, daha da içine kapanmaya ittiği vurgusudur. Medya ve iletişim teknolojisinin; binlerce-hatta onbinlerce- km. uzaklıktaki insanların davranışları üzerinde genellikle yıkıcı sonuçlar doğuracak büyük bir etkiye sahip olduğu yadsınamaz.

'Teknolojinin olağanüstü gelişimi dünyanın çok daha sıkı biçimde denetlenmesine olanak sağlıyor; siyasal iktidarın az sayıda başkentte-hatta temel olarak tek bir başkentte-toplanabilmesini sağlıyor. Bu da, tarihte ilk kez, ''yargılama alanı'' bütün dünyayı kapsayan bir hükümetin ortaya çıkmasına neden oluyor. Daha önce eşine rastlanmayan bu durum, doğal olarak aynı şekilde eşsiz tutarsızlıklar ve dengelere, daha doğrusu dengesizliklere neden oluyor. İntihara sürükleyen intikam duygusuna da. Hiç kuşku yok ki, dünyanın dokusunda, insanlar arasındaki ilişkilerin bozulmasına, demokrasinin anlamının zayıflamasına ve ilerleme yolunun puslanmasına yol açan köklü bir değişim oldu.'

Bu yüzden diyoruz ki, çağın kodları ve anlam haritasının kökten değişikliği zaruri olmuştur. Çünkü aidiyet duygularının farklılaşması ve cemaatleşme olgusu, modernleşmenin bir tezahürüdür. Aşırı bireyselliği, aynı anda eşitsizliği körükleyen modernleşme paradigmasının sorgulanması, sosyal ve kültürel yaşamda farklılaşmayı, çoğulculaşmayı sağlamıştır. Bunun doğal sonucunda da siyasal sisteme etkileri kaçınılmaz hale gelmiştir.

Özellikle 21. yüzyılın başında olup bitenleri anlatan ilk bölüm “Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla dünyada esen umut rüzgârına” değinerek başlıyor. Soğuk Savaş’ın bitmesi, nükleer felaket olasılığının ve Doğu-Batı blokları arasındaki gerilimin sona ermesi geçen yüzyılın belirleyici bir dönüm noktası olarak kaydediliyor. Hemen ardından “umut rüzgârının” nedenlerine geçiliyor: “(…) inanıyorduk ki, bundan böyle demokrasi yavaş yavaş yaygınlaşacak, en sonunda da bütün dünyaya yayılacak; yerkürenin çeşitli ülkeleri arasında duvarlar kalkacak ve insanların, malların, imgelerin ve düşüncelerin dolaşımı engellerle karşılaşmaksızın gelişebilecek, böylece bir gelişme ve refah çağı başlayacaktı.”

Böylece daha ilk sayfalarda, Maalouf’un, bırakalım yeryüzünün en trajik yıkımlarından biriyle karşı karşıya kalmış insanların hangi dünyaya, nasıl entegre olacağı sorununa kafa yormayı; Batı’dan gelen “demokrasi”nin tarihsel kökenleri, sınırları ve sınıfsal niteliğini sorgulamaksızın kabullenmiş, “evrensel kurtarıcı” olduğuna inanmış bir yazar olduğuna dair ipuçlarıyla karşılaşıyoruz. Yıkılan Berlin Duvarı’nın enkazı altından demokrasinin çıkacağına, bu demokrasi dalgasının yeryüzüne yayılacağına inanmak için, öncelikle, demokrasinin önündeki engelin Batı değil, Doğu Bloku olduğu ön kabulüne sahip olmak gerekiyor. Burada Doğu Bloku’nun kendi kendine ve dünya'da değişim, adalet ve özgürlük isteyen hareketlere verdiği zararı söz konusu bile etmiyorum, ayrı ve uzun bir sorun bu; ancak yukarıdaki cümle “imgeler, düşünceler ve insanların dolaşımını sağlayan özgür dünya” ile “ağaçlardan sarkan elmaların koparılmasının bile yasak olduğu totaliter rejimler” klişesine dayalı bir karşıtlık zeminine oturuyor. Bu durumda insan gerçekten Maalouf gibi bir yazarın, nasıl olup da bu klişeye dayalı bir “özgürleşme rüzgârına” kapıldığını anlayamıyor. Eski Doğu Bloku ülkelerinde çok kısa sürede yüzünü gösteren “serbest piyasa” vahşetinden sonra, dolaşım özgürlüğünün yalnızca malların dolaşımı anlamına geldiğini anlamayan kaldı mı? Belli ki kalmış…

İlk bölüm, yeni yüzyıla dair saptamalarla devam ediyor: İki blok arasındaki gerilimin sona ermesi ile ideolojik bölünmeler, yerini kimlik bölünmelerine bıraktı. Çatışan kesimler, artık aidiyetlerini temel aldıkları, özellikle de dinle ilgili aidiyetler giderek şiddetlendiği için geçen yüzyıldakinden tamamen farklı bir dünya ile karşı karşıya kaldık. Buna bağlı olarak, farklı insan topluluklarının birbirlerine tahammül ve hoşgörü gösterme ve birlikte yaşama becerileri giderek zorlaşıyor. (sf 20-21). Bu, kuşkusuz doğru bir saptama. Geçen yüzyılın sonlarından itibaren kimlik sorunları, diğer çatışma ve mücadelelerin önüne geçmiş görünüyor. Ancak bunun nedenlerini irdelemeden, sınıfsal karşıtlıklar, yoksulluk, açlık ve işsizlik daha da şiddetlenerek sürerken neden dünyada bu kavramların mücadele literatüründen adeta sürüldüğünü sorgulamadan bu gerçeğin altının çizilmesi, bizi bir adım ileri götürmüyor.

Maalouf için zaten sınıf mücadelesine ilişkin literatürün bu “unutulmuşluğu” önemli değil; onu asıl olarak paniğe kaptıran şey, kimlik mücadelelerinin köktendinciliği güçlendirmesi ve dolayısıyla Batı karşıtı bir akımın Ortadoğu’da hızla yaygınlaşması. “Batı karşıtlığı” derken, Batı’nın sahip olduğunu varsaydığı geleneksel değerlerinden ve “manevi gücü”nden söz ediyor yazar. Çünkü Maalouf’a göre, Batı, tüm dünyanın izlediği, izlemeden edemediği manevi değerlerin kurucusudur; demokrasi, eşitlik, özgürlük, insan hakları, ilerleme ve uygarlık, dünya bu kavramları Batı geleneğine borçludur.

Yanlış mı peki? Bir yanıyla değil. Batı, eski Yunan’dan bu yana felsefeden astronomiye, demokrasiden insan hakları bildirgelerine kadar insanlığın ortak değerlerine büyük katkılarda bulundu, hatta öncülük etti. Ancak Batı’nın, özellikle sanayi devrimi ve sömürgecilik döneminde yüz binlerce köylüyü ya da Amerika ve Afrika yerlilerini topraklarından edip köleleştirmesini; yüz binlerce çocuk ve kadın işçiyi akıl almaz koşullarda çalıştırarak biriktirdiği sermayeyi; klasik bir devrimin sonuna kadar götürmesi gereken hak ve özgürlükleri hatırlatanları tereddütsüz giyotine göndermesini insanlığın belleğinden silerek onu bir “uygarlık öncüsü” gibi gösterirseniz, sadece yanlış yapmakla kalmaz, insanın ortak bilincine karşı büyük bir suç işlemiş olursunuz.

Ne yazık ki Maalouf, bilerek ya da bilmeyerek, bütün eleştirisinin temelini bu düşüncenin üzerine inşa ediyor: Dünyanın uygarlık ve demokrasi alanında öncüsü olma rolünü tereddütsüz Batı’ya veriyor (ABD ve Avrupa), geri kalan halkların kendisindeki “manevi bilinç eksikliğini” kabul ederek Batı’nın “uysal” izleyicileri olmasını öneriyor. Bu arada Batı’ya da eleştirileri var elbette; Batı’nın “manevi bilincini bir egemenlik aracına dönüştürme eğiliminde” olmasını eleştiriyor Maalouf. İşte tam bu noktada, yazarın tarihi anlama yöntemine dönüp bakmak gerekiyor.

Sonuçta, Maalouf'un altını çizdiği ve hemfikir olduğum noktalardan birine gelirsek;

''Egemen güçler ve baskın kültürler kendilerine oto-kontrol uygulamadan, radikalizm ve kutuplaştırmayı artırıcı karşı siyasi hareketler şiddeti araçsallaştırarak benzer argümanlarla meşruiyet arayışı gütmeyi sürdürürler.

Olması gereken belki de topyekûn dünyanın, toplulukların ve insanların bugünden tamamen farklı olarak 'yaşam' konusunda sadece bakış açılarını değil, davranışlarını da değiştirmelerinin gerekliliğidir. 
Bunun olabilmesi için ise, eğitime olan bakışımızın değişmesi gerekir.''

Katılmamak elde değil; Bilgi ve varlığın mahiyeti, amacı gibi konularda farklı bakmayı, düşünmeyi ve yeni bir tasavvuru keşfetmek zorundayız.

 

* Felsefeci- Yazar 

 { Fikir Zemini }




Bu haber 4406 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
YUKARI