erotik shop
Bugun...


Türkiye İslam ülkelerinde nasıl bir model?
Türkiye'de 20'li, 30'lu yıllarda Yeni cumhuriyetin Tanzimattan beri hızlanarak süregelen Batılılaşma sürecinin zirve noktası olarak radikal-batıcı reformları ve katı-ideolojik ilkeler Dini alanı amansız yasaklarla sürekli kısıtlayarak adeta soluksuz bıraktı. Ülke dönemindeki diğer totaliter ideolojik sistemlerle yönetilen ülkelerde olduğu gibi, Dini alan büyük oranda yasaklı hale geldi. Türkiye'de ahvâl-i şahsiyeye ait hususlarda dahi dini kurallar ve ritüeller yasak kapsamına girdi. Dini yaşam ve bilgi birikiminin kuşaktan kuşağa aktarılmasının da önü her alanda kesildi. Aynı dönemde Dini bilgi edinmenin mebâdisi olan Kur'an harflerinin ve öğretiminin yasaklanması bu konuda dibe vurulmasını intaç etti. Temellere kadar inen amansız yasaklar ve uygulamalar tüm dini kurumları budayıp tasfiye etti.

facebook-paylas
Tarih: 20-03-2017 10:13
Türkiye İslam ülkelerinde nasıl bir model?
+ -

Yeni Şafak yazarı Müfit Yüksel'in konuya dair iki(2) yazısı...  

1) Uzun zamandır çeşitli çevrelerce dillendirilir: “Türkiye İslâm Dünyasının model ülkesi” diye. Türkiye'nin model bir ülke olup olmadığı veya olup olmayacağı konusu bir yana, asıl tartışma, hangi zeminde ve ne anlamda model olduğu konusu etrafında dönüyor.

Bir kısım çevreler Türkiye'nin stratejik/jeopolitik konumu Avrupa ile Asya/Yakın Doğu arasında yer alması hasebiyle, Batı ile Doğu arasında köprü görevi gördüğü yönünde görüşler, tezler ileri sürmektedir. Diğer bazı çevreler ise Türkiye'nin Batılılaşma serüveni/tecrübesinin çok önemli olduğunu ve bu çerçevede Türkiye'nin Batılılaşma/Sekülerleşmede, laiklikte örnek teşkil ettiğini ve bu anlamda İslam ülkelerine model olduğunu iddia etmektedirler. Bu yönde tezler ileri sürenler Türkiye'nin İslâm Ülkelerine laiklik ve Batıcılık ihraç etmesini açıkça öngörmekte, Batı'nın ileri karakolu fonksiyonuna layık görmektedirler.

Bir kısım Dindar-Muhafazakâr kesimler ise, Türkiye'nin geçmişine, Osmanlı dönemindeki ihtişam ve büyüklüğe atıfta bulunarak Osmanlı tarzı bir rolün üstlenilmesini öngörmektedirler. Ancak, çoğunun Osmanlı'ya, geçmişe, tarihe ilişkin bilgi dağarcıkları son derece zayıf ve ekseriya hamaseti aşamamaktadır. Türkiye üzerinden Osmanlı'yı dört gözle bekleyen bir İslâm Dünyası profili bazılarının hayallerini süslemektedir.

Liberal bir kısım kesimler ise Türkiye'nin Avrupa Birliği Standartlarını benimseyerek bütünleşmesi yönünde öngörülerde bulunmaktadırlar. Helsinki Nihai Senedi ve Kopenhag Kriterleri tek kurtuluş reçetesi olarak, çoğu zaman neredeyse dini inancın öngördüğü kardeşlik ortak paydasının yerine konarak sunulmakta ciddi bir yanılgıya düşülmektedir.

Asıl olarak bu Türkiye'nin varlık zemini ve bölgesindeki konumuna ilişkin, çoğu kez ideolojik zemin üzerinden, uzun süredir yapılan tartışmaların yansımasıdır.

Türkiye'nin Batılılaşma serüveni/tecrübesi üzerinden, laiklik zemininden model ülke olmasını öngören, daha çok resmi ideolojiyi savunan çevreler birçok kör noktaya sahipler. Tabloyu net görebilmede özürlüler. Yüz yıldır bilinçli bir şekilde yüzünü Batı'ya dönme projesi üzerinden yabancılaştıkları İslam Dünyasını ve Orta Doğu'yu hiç tanımadıklarının göstergesi. Özellikle, Arap Dünyasının Türkiye'yi hangi zeminde değerlendirdikleri konusunda ise hiçbir bilgiye sahip değiller. Ayrıca, Arap Ülkelerinin Batı Dünyası ile neredeyse hiçbir bağa sahip olmadığı, adeta iletişim kuramadığı gibi üstten bakan çok basit bir nosyona da sahipler. Türkiye'deki, Tanzimat'tan beri süregelen Batılılaşma/Sekülerleşme/Laikleşme serüveninin Arap ülkelerine hemem hemen hiç yansımamış olduğuna ilişkin bir bilgisizlik örneği sergilemektedirler. Oysaki, 19. Yüzyılda Modernleşmeci Batılılaşma, akımların başını daha çok Hidivler hanedanı idaresindeki Mısır çekiyordu. Hatta bu konuda Kahire İstanbul'u çok fazla etkiliyordu. Yanı sıra, 20. Yüzyılda Batılılar, Arap alemini manda yönetimi ve işgal altına alarak bölgeye doğrudan müdahalelerde bulundular. Günümüzde Arap ülkelerinde Batı dilerini, özellikle İngilizce, bilme oranı Türkiye'nin kat kat üstünde. Türkiye'de ise bu konuda şimdilerde tam bir lisan fukaralığı yaşanmaktadır. Ayrıca ABD, Güney Amerika ve Batı Avrupa gibi Batılı ülkelerde neredeyse on milyonu aşkın Arap nüfus yaşamaktadır. Dolayısıyla, bağ/iletişim kurma anlamında Türkiye'den çok ilerideler. Orada sorunun kaynağını başka dinamiklerin teşkil ettiği gerçeği görülememektedir. Arap Ülkelerinin çoğunda diktatörlükler, Krallık veya Emirliklerin olması dahi durumu değiştirmemektedir. Bu ülkelerin insanları ekonomik olarak Batıdaki imkan ve refah payını talep etmekteler; seküler/laik değerlerini değil. Arap veya Berberi olarak, Batılı hayat tarzının etkilerine rağmen, inanç/akide ve kültürlerini laikleşme lehine tamamen tasfiye etmek gibi bir niyete hiç sahip değiller. Böyle bir niyetin kendi varlıklarına, varlık sebeplerine kast etme anlamına geldiği konusunda bilinç altı bir reflekse de sahipler. Arap toplumunun, özellikle genç nüfusun, Magazin kültürü üzerinden bir kısım müptezel sayılabilecek talep ve arzuları da bunu değiştirmemektedir. Nitekim Türkiye'nin etkisi de daha çok Aşk-ı Memnu gibi diziler vs. popüler-magazin kültür üzerinden olmaktadır.

Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlardaki Müslümanlar söz konusu olduğundaysa karşımıza çok daha farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Sosyalist ve Stalinist idarelerde, totaliter ideolojik rejimlerde, Demirperde ülkelerinde on yıllarca yaşamış bu bölgeler laikliğin en katı/koyu örneklerini/uygulamalarını yaşayarak tecrübe ettiler. Baskı ve zulümleri öngören bu yapılardan hep kurtulmaya da çalıştılar. Bu anlamda Türkiye'nin Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslümanlara laiklik modeli sunmasının hiçbir karşılığı/anlamı bulunmamaktadır. Türkiye'nin bu konudaki model alma önerilerini 1990 öncesi ateizmi öngören ideolojik baskı dönemlerine dönüş olarak algılamaktadırlar. Açıkçası Dine dönme, Dine, İnanca sarılma arayışı içindeler. Bu konuda ciddi bir açlık içindeler. Ancak Dini anlamda karşılarına sağlıklı bir reçete, model çıkmamaktadır. Türkiye, Resmi ideolojinin, bir asrı aşkın Laiklik tecrübesi ve modeli dolayısıyla, Dini alanda hiçbir önerme/örnek sunamamaktadır.Türkiye'nin elinde bu anlamda hazır bir done de maalesef bulunmamaktadır. Çünkü, Türkiye'de bu anlamda yaşanan tecrübe, özellikle 20'li, 30'lu yıllardaki radikal reformlar/inkılaplar ile Dini alan politik ve sosyal yaşamdan neredeyse tümü ile tasfiye edilip kovuldu. Dini kurumların yaşamasına, yeşermesine amansız yasaklarla fırsat verilmedi. Son yüzyılda Türkiye Dini kurumlardan yoksun bir hale geldi. Türkiye'nin son 60-65 yıldaki İmam Hatip Okulları Ve Yüksek İslam Enstitüleri-İlahiyat Fakülteleri tecrübesi din âlimleri çıkarmada başarılı sonuçlar vermedi. Bu kurumlar yetkin Din âlimleri/bilginleri yetiştiremedi. Dolayısıyle Dini alanda İslam ülkelerinde alternatif oluşturacak bir alt yapıya sahip olunamadı.

İslam Ülkelerinde karşımıza dini alanda iki model çıkmaktadır. Çeşitli tonlardaki Selefi/Vahhabi akımlar ve bunun karşısına çıkan Şiilik etkisi. Sünniliğin yaygın olduğu coğrafyalarda katı veya ılımlı Selefiliğin adeta inanç dünyası üzerinde hegomonya kuracak düzeyde etkin olduğu gözlemlenmektedir. Sünni dünya/Sünnilik, Katı Selefilik-Marjinal Akide tarafından büyük ölçüde rehin alınmış durumda. Buna karşılık, İranîn politik manevraları ile militan-ideolojik Şiilik kendi nüfuz alanını gün geçtikçe genişletmektedir. İslâm Dünyası Suudi Arabistan ile İran rekabetinin, Yemen'de olduğu gibi, gerilim-çatışma alanına dönüşmüş durumda. Bu durum Balkanlar ve Kafkaslarda da açıkça müşahede olunabilmektedir.

Türkiye'nin ise, son yüz yıllık tecrübede, Dini alanda, on yıllarca süren amansız yasaklardan dolayı, müesseselerden yoksun oluşu sahaya girme, alternatif sunabilme imkanını sıfırlamıştır. Oysaki, iyice zayıfladığı son dönemlerde bile, Osmanlı itidali temsil eden Ehl-i Sünnetin ana omurgasının mümessili niteliğindeydi. Osmanlı'nın bu dönemlerinde dahi, büyük sıkıntılara, çalkantılara karşın, Marjinal Akide yaygınlık kazanamıyordu. Kök salamıyordu.

***

2) Batıda teknolojinin gelişmesi, coğrafi keşifler ve icatlar, batının güçlenerek İslam dünyası üzerine maddi anlamda tefavvuk göstermesi, Osmanlı'nın batıya uzanan ucu olan Rumeli/Balkan topraklarının peyderpey kaybedilmesi, askeri ve siyasi yenilgiler hep birlikte gelişme göstermiş, Osmanlı batılılaşması, İslam medeniyetinin müesseselerinin dönüşüm ve çöküşüne yol açmıştır.

Modernleşme süreci ve Kartezyen mantık ve aydınlanmacı felsefenin etkisinin artması, Newtonian fizik vs. Nedenlerle fen-fizik bilimlerinin ön plana çıkışı , 19. Yüzyılda bunun Osmanlı'daki etkisi ve batılılaşma medreselere büyük darbe vurmuştur.

Osmanlı döneminde 19. Yüzyıla kadar hemen hemen yegane eğitim kurumu olan medreselerin konumu, batılılaşma süreci ve batılı tarzda açılan mekteplerin bu yüzyılda yaygınlık kazanmaları neticesinde, medreseler önemini kaybetmeğe başlamış, başat eğitim kurumu olma niteliğini 20. Yüzyıl başlarında yitirme aşamasına gelmiştir.

Bu çerçevede, medreselerin fen-fizik bilimlerinden yoksun olduğu ve ihtiyaca cevap vermediği tartışmaları, İslam eğitim sistemi ve medreseler ile ilgili tartışmaların odağını oluşturmuştur. Tüm bu tartışmalar, Batı dünyasında coğrafi keşifler, uzak denizlere açılma, Amerika'nın keşfi, Kartezyen felsefe ve dualizmin ortaya çıkışı, Madde-Ruh ayırımı, aritmetik kesinliğe dayalı fiziki bilimlerin ön plana çıkışı, dahası René Descartes ile birlikte billurlaşan Aydınlanmacı felsefe ve düşünce akımları ve bunların gelişimi, Teknolojinin gelişimi ve sanayi devrimi. Batı Avrupa merkezli sömürgeciliğin yaygınlaşması, Newtonian fizik, kısacası tüm bunların İslam dünyasına ve İslam dünyasının Batı Avrupa ile encounter eden uzantısı ve temsilcisi olan Osmanlı coğrafyasına, güç ve toprak kaybı, savaş yenilgileri şeklinde yansıması ve bu anlamdaki artış, tüm sistem ve medeniyette olduğu gibi eğitim sisteminde, medreseler konusunda da tartışmaları hızlandırmıştır. 19. Yüzyılda eğitim müessesi, batılı tarzda açılan, önce askeri ve mühendislik alanlarında başta olmak üzere, yeni mekteplerin yaygınlaşması ile iki başlı, dualist bir şekle dönüşmüş. Dini eğitim veren medreseler, batılı seküler eğitim veren mektepler..

Türkiye'de 20'li, 30'lu yıllarda Yeni cumhuriyetin Tanzimattan beri hızlanarak süregelen Batılılaşma sürecinin zirve noktası olarak radikal-batıcı reformları ve katı-ideolojik ilkeler Dini alanı amansız yasaklarla sürekli kısıtlayarak adeta soluksuz bıraktı. Ülke dönemindeki diğer totaliter ideolojik sistemlerle yönetilen ülkelerde olduğu gibi, Dini alan büyük oranda yasaklı hale geldi. Türkiye'de ahvâl-i şahsiyeye ait hususlarda dahi dini kurallar ve ritüeller yasak kapsamına girdi. Dini yaşam ve bilgi birikiminin kuşaktan kuşağa aktarılmasının da önü her alanda kesildi. Aynı dönemde Dini bilgi edinmenin mebâdisi olan Kur'an harflerinin ve öğretiminin yasaklanması bu konuda dibe vurulmasını intaç etti. Temellere kadar inen amansız yasaklar ve uygulamalar tüm dini kurumları budayıp tasfiye etti. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Müftülükler gibi kurumlar laiklik hassasiyeti merkezli olarak yapılandırıldığından Dini alanda ciddi bir işlev göremedi. Hatta, Diyanet İşleri reisliği ve müftülükler uzun süre başta imam vaiz gibi din hizmetlileri olmak üzere, toplumda dini ifade ve ezan gibi ibadetleri laikliği ihlal ettiği gerekçesi ile kısıtlayıp engelleyen, hatta kolluk kuvvetlerine ihbar eden kurumlar işlevini gördü. Son derece kısıtlı alanda varlığına müsaade edilen dini kurumlar ve ibadetler, laikliği ihlal ve laikliğe aykırı olup olmama noktasından sürekli baskı altına alındı.

Cumhuriyet döneminde Batılılaşma serüveninin tepeden gelen keskin virajlı radikal-batıcı devrimlere dönüşmesi, bu ikili sistemi ortadan kaldırmış, Tek tip batılı tarz, seküler eğitim benimsenip, 1924'teki Tevhid-i Tedriât kanunu ile simgeleştirilip, kanunlaştırılmış ve bu suretle medreseler kapatılıp yasadışı ilan edilmiştir.

İlahiyat Fakülteleri Cumhuriyet'in başında Din eğitimi vermek, ya da Din adamları/Din alimleri yetiştirmek amacına matuf olarak kurulmadı. Oryantalizme öykünen Teolog (Theologian) yetiştirmek üzere kurulmuştu. Din'i eğitim veren yegane kurumlar olan Mahalle/Sıbyan mektepleri ve medreseler, 1924'teki İnkılap kanunlarından olan, Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile kapatılıp amansız bir takip ve baskı ile yasaklanmıştı. Devlet bundan sonra Din eğitimi veren kurumlara ya da Din hizmetlerinin yerine getirilmesini sağlayacak elemanların yetişmesine müsaade etmemekteydi.

Ancak 1948'den sonra, bazı siyasilerin “Bu gidişle cenazelerimizi kaldıracak, mevtamızı yıkayacak imam bulamayacağız” tarzında serzenişleri üzerine sınırlı bir müfredatla İmam-Hatip kurslarının açılmasına İsmet İnönü tarafından izin verilmişti. O döneme kadar Kur'an-ı Kerîm öğretimi dahil her türlü dini öğretim ve dersleri yasaklar ve takibatlar kapsamında idi. 1950'den sonra, DP iktidarı döneminde ilk İmam-Hatip okullarının açılmasına izin verildi. Zira, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğince medreseler her surette yasak olup açılamamaktaydı. Açıkçası, o dönemde bir kısım dindar Müslümanlar için İmam-Hatip okulları yasaklanan medreselerin yokluğunda teyemmüm mesabesindeydi.

Ancak, imam-Hatipler'in Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve devletin laiklik hassasiyeti dolayısı ile Milli Eğitimin laik müfredatına bağlı olması hasebiyle, bu müessese yeterli Din eğitimi, Dini eğitim verecek bir müfredat ve alt yapıdan ciddi anlamda yoksun kaldı. Müfredatta yedi sene Arapça dersi olmasına rağmen Arapça hiçbir şekilde öğretilmediği gibi, temel usûl, tecvid ve kıraat ilimleri dahi yeterince öğretilemedi.

Yanı sıra, çocuklarını İmam-Hatip okullarına gönderen dindar aileler, oğullarının müftü, vâiz, imam gibi Din hizmetlisi olmaları için değil, inançlı doktor, inançlı mühendis, avukat vs. olmaları amacı ile göndermekteydi

Sonuçta, İmam-Hatip mekteplerinden, Türkiye'nin özel konumundan dolayı dini ilimlerde donanımlı Din adamı/hizmetlisi veya Din âlimi yetişemediği için din'i alan, Dini ilimler büyük oranda sahipsiz kaldı. Bu alanda büyük bir boşluğun oluşmasına sebebiyet verdi. İcazetli Din âlimlerinin adeta nesli kesildi.

İlahiyat Fakülteleri ise Batılı, Seküler-Laik Üniversite sistemi içersinde yapılanmış olmaları, Cumhuriyetin başından beri pozitivist rasyonalizme bağlı bir formasyon içerisinde olmaları bu fakültelerden Din adamı, din alimi yetiştirme imkanını büyük oranda ortadan kaldırdı. Ayrıca Türkiye'deki İlahiyat fakülteleri üzerindeki ağır oryantalizm etkisi Dini açıdan, dini alanda durumu daha da vahim kılmaktadır.

Devam edecek... 




Bu haber 2893 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
YUKARI