erotik shop
Bugun...
Hakikati Maslahata Feda Etmek


Gürgün Karaman
 
 
facebook-paylas
Tarih: 17-12-2018 23:39

Batı aydınlanma geleneği kabaca iki paradigmaya dayanır. Birincisi kartezyen felsefe ile malul olan modernizm ve dayanağı Merag'a Matematik-Astronomi Okulu’nun son büyücüsü olan Newton (Öl. 31 Mart 1727)ve onun fiziğidir. Diğeri ise Einstein (Öl. 18 Nisan 1955) fiziği olup Einstein ve kuantum fiziği ile beraber ortaya çıkan postmodernizimdir (modernizim sonrası).

Modernizim, kartezyen felsefeyle “düşünüyorum, o halde varım” sloganıylahakikati ikiye bölüp insanı varlıktan keskin bir şekilde ayırdı. İnsan kendinden menkul bir özne, varlık ise insan karşısında nesne olarak konumlandırıldı. Bu durum hakikatin parçalanması demekti. İnsanı hakikatin merkezinde “mutlak özne” olarak konumlandıran DescartesYunan Felsefesi’ndeki Septiklere (Kuşkucular) başvurur ve buradan hareketle her şeyden şüphe ederek “hiçbir şey keşfedilemeyecek kadar uzak değildir” ilkesini esas alır. Septiklerden aldığı Metodik şüpheyi şu şekilde uygular: “Önce tanrıdan, çevreden, kendinden ve başka insanlardan şüphe eder. Bunu şüphe edemeyeceği son sınıra kadar götürür. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek de var olmaktır. Düşünüyorum o hâlde varım." noktasına ulaşır. Böylece varlık alemi ve hakikat katgorize edilerek öznenin nesne üzerindeki tahakkümü bilimsel bir temele oturtulur(!) Peki bu “hak” mıydı? Elbetteki hayır. Çok geçmeden hakikatin bu parçalanmışlığı iki dünya savaşını ortaya çıkardı ve Batı dünyasına çok pahalıya mal oldu. Batı, yaşadığı bu acı tecrübelerden çıkmak için özne-nesne arasındaki çatışmayı dışarıya taşımak ve kendi birliğini kurmak zorundaydı. Felsefi ve düşünsel olarak sahip olduğu bu Kartezyen Felsefe’nin özne-nesne çatışmasının da kârını gözardı edemeyip başka coğrafyalardan kendisine sağlayacağı çıkarlar nedeniyle çatışma alanını, en uygun gördüğü Müslüman coğrafyaya taşıdı. Batının sahip olduğu bu modernizim,dünya görüşünün de kırılması gerekiyordu. Arayışlar yine bilimsel bir devrim olan Kuantum fiziğiyle ve bunun düşünsel, felsefi yansımasıyla sonuçlandı. Bu yeni süreçte Kuantum fiziğinden beslenen postmodernizim, modernizmi tasviye ederek her şeyin belirsizliğini bilimsel olarak ortaya koydu. Bu gelişim sürecinde yani birinci aşama olan modernizmde Tanrı, insan, hakikat, varlık vb. her şey kategorik birer ayrım iken postmodernizimde bunlar tamamen belirsizdir. Bu durum sosyal ve toplumsal alanda “her şey belirsizdir” (belirsizlik ilkesi) dolayısıyla olarak hakikat de belirsizdir ve insanlık bu belirsizliğe mahkûm olduğu için -çünkü fizik yasalar bunu kanıtlıyor- de göstereceği tüm tepkiler ve insani duyarlılıklar da havada kalacaktır. Bu durum fatalizm veya katı determinizmin yani salt kaderciliğin postmodern versiyonun dayatılmasından başka bir şey değildi. Eşari düşüncede bu neydi peki? “La faile illallah” yani “Allah’tan başka fail/eylem sahibi yoktur. Allah isteseydi Hüseyin’in başı kesilmezdi!” Buradaki fail de -haşa- Allah’tır ve eylem meratipsel olarak O’na aittir!

Konumuz açısından “hakikat” birinci paradigmada kategorik/kartezyen felsefe açısından parçalanmışken ikinci paradigma olan postmodernizimde “hakikat” belirsiz olandır. Kısaca değindiğimiz bu süreç İbni Arabi’yi referans alacak olursak “alem anlaşılmadan Allah anlaşılamaz.” İlkesinden hareket etmiştir. Peki bu doğru mudur? Elbetteki hayır. Fiziksiz metafizik mistik/mitolojik olana, metafiziksiz fizik ise (özne-nesne ayrımı) barbarlık olana kapı aralar ve nitekim bu da kartezyen bir düşünme biçimi olup kategoriktir, bütünün ıskalanmasıdır, hakikatin tek yönlü kavranarak paraçalanmasıdır. Şeyh’ül İşrak Sühreverdi“Nur” teorisiyle kategorileri reddeder ve Nur/bütünün içinde hareket eder. Tam da burada “hakikat Nur olandır”, her şeyi kuşatmıştır, bölünme ve paraçalanma kabul etmez. (özne-nesne ayrımını red) Varlık bedihi/apaçık olandır ve tanıma gelmez. Apaçık olan, tanımlanamaz yani tanımlama kategorize eder ve dolayısıyla bu da varlığın ve hakikatin parçalanmasıdır. Çünkü apaçık olanın tanıma ihtiyacı yoktur.Bu cihetle batı, doğru yerden başlamış fakat Allah’ı yanlış anlamıştı. En nihayetinde her bilme ve anlama faaliyeti hakikate tekabül etmez.

Hakikatin alamet-i farikası onun “hak” yani adalet oluşudur. Hakikat yerelde ve vakıada tecelli ettiğinde kendisini “hak” olarak ortaya koyar. Hakikat metafizik, belirsiz, kategorik, ulaşılamaz olan bir şey değil, bi-zatihi bu dünyada vardır ve onun tecellisi insani ilişkilerde, insanın alemle kurduğu ilişkidedir. İnsan, ancak toplumsal bir ortamda insani bir duyarlılık geliştirebilir ve bu duyarlılığı geliştirdiği ölçüdüde insandır. Adada tek başına yaşayan Robinson Crusoe hayvan-insandır. Çünkü toplumsal değildir. Toplumsal olup insana dair bir farkındalığının olabilmesi için hemcinsleriyle iletişim ve etkileşimde olması gerekir.Yani insanın/hemcinslerinin olmadığı bir ortamda yalnız olan ne kadar insan olabilir? Bu manada Alllah bile yalnız değildir. O, şehitlerle, şahitlerle, sıddıklarla beraberdir.

Hakikat, yerelde ve vakıada tecelli edip “hak” olarak aşikâr olur. Hakikat, gasp edilen bir hakkın veya hakların tesliminde insanın, insafın, irfanın ve vicdanın “İşte bu!” dediğidir. Asırlara sarî müstemleke olan Müslüman coğrafya ve dahi aklı bile müstemleke durumundaysa bunun temel nedeni “hak” olanın gaspıdır ve hakikat gasıp ortamda tecelli etmez, edemez, etmemelidir. Çünkü bu hakikatin de zayi olması demek olacaktır. Adaletin zayi olmaması da onun şanındandır. Demek ki hakikat “hak ve adalet” olarak tecelli etmelidir. Galiplerin gasıp saltanatlarında ve dahi insan olma onurunun ortak paydasından uzaklaşmış bir akla ve bu aklın inşa ettiği toplumsal bir yapıda hakikat tecelli eder mi? El cevap: Etmez! Çünkü “hak ve adalet” gasp edilmiştir. Yani hakikat tutuklanmış, zincire vurulmuş, hadım edilmiş ve bu durum alî menfaatler ve maslahatlar gereği yapılmıştır.

Hakikatin “hak ve adalet” olarak tecelli etmesini önlemenin en şaşaalı yöntemi “alî menfaatler ve maslahatlar gereği”iddiasıdır ve bunun üzerine bir de evrensellik, millilik, ulasalcılık, sağcılık, solculuk, muhafazakârlık vb. enva-i çeşit ideoloji sosu dökülmüştür. Hakikat, modern ve postmodern zamanlarda ancak bu kadar manipüle edilebilir ve büyük ihtimalle bu manipülasyon kabının dolmasına çok az kalmıştır. Topyekûn bir insanlık bunun bedelini fazlasıyla ödemekte ve ödemeye devam etme mecburiyetinde ya bırakılmakta ya da buna istekli görünmektedir.  Müslüman toplumların içinde bulunduğu bu Nietzscehe-vari dekadans (çürüme, yozlaşma ve çökme) hali, son tahlilde yine Nietzscehe-vari bir güç temerküzüne dayalı “güç” istencidir. Eğer peygamberler coğrafyası her an “insan-kurban” veriyorsa bu durum yine ancak Darwin-vari bir doğal seleksiyon olan “güçlüler yaşar, zayıflar yok edilir” ilkesidir. Çünkü peygamberlik geleneği ve ezeli hikmetin bir hakikat hamuru olarak yoğrulduğu peygamberler geleneği insanı, kurban-insan olmaktan kurtarmanın ve onu halife-insan yapmanın iddiasıdır. Değilse geriye kalan gasıptır, despotizmdir, zulümdür.

Ey hakperest! Ey talib-i hakikat! Mutlak Hakikat ancak ve ancak “hak ve adalet” olarak tecelli eder. Hakikatin tecellisini istiyorsan, gasp edilen bir hakkın veya hakların ancak iadesi ile mümkündür. Ve insan ancak bu duyarlılıkla hakikatin şahitliğini yapabilir ve erdemli, hayvan-insandan kurtulup halife-insan olabilir ve değilse geriye kalan beşer, çamurun hamurudur. Her “evrensellik, ideolojik angajman, alî menfaatler ve maslahatlar gereği” tutum ve söylemler hakikate sıkılan birer kurşun ve onun manipülasyonudur. Daha da önemlisi bunlar “hakikat” (hak ve adalet) kılığındaki gaspın, haksızlığın ve adaletsizliğin meşrulaştırılmasıdır. Vakıdan ve ayağı yerden kesilmiş olan hakikat, hakikat olmaktan çıkar ve dahi “hak ve adalet” olanı sömürmekle de kalmaz, arş-ı alayı titretir ve bu arş hepimizin başına çöker. Bu cihetle hakikat nedir? Hakikat, bir bütündür ve parçalanamaz. Kendin için meşru bir hak olanın, başkaları için de meşru bir hak olması ve bu hakkın iadesidir. Öznel de değildir, nesnel de değildir. O, gasp edilmiş olanın iadesiyle tecelli edendir. Ve hakikat, hiçbir maslahata feda edilemeceyek kadar değerli olan halife-insan olmanın eşref-i imkânıdır. Hakikat apaçık olandır ve gasp edilen her hakkın iadesidir. Çünkü o Nur’dur. “Allâhu nûrus semâvâti vel ard...”



Bu yazı 923 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
SON YORUMLANANLAR HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
YUKARI