erotik shop
Bugun...


Anlamsızlığa Tutunmak ya da Bir Mazeret Olarak İdeoloji
Bu gençler hayatın anlamsızlığından bahsederler, varoluşun boşluğundan, çabanın faydasızlığından, başarının geçiciliğinden dem vururlar. Bu söylem ilk bakışta felsefi bir derinlik taşıyor gibi görünür. Nihayetinde Camus’den Sartre’a kadar pek çok düşünür bu sorularla boğuşmuştur. Ama burada olan şey, bu felsefi sorgulamanın bir eylemde bulunmama sistemi haline getirilmesidir. “Neden çalışayım, hayat zaten anlamsız”, “Neden ilişki kurayım, sonuçta her şey boş”, “Neden çaba göstereyim... vs.

facebook-paylas
Tarih: 19-10-2025 23:37
Anlamsızlığa Tutunmak ya da Bir Mazeret Olarak İdeoloji
+ -

Fikirtepemedya.com yazarı Murat Beyazyüz yazdı:

Bazen insanlar, hayatlarındaki başarısızlığı açıklamak için o kadar sağlam bir sistem kurarlar ki, bu sistem zamanla kimliklerinin ayrılmaz bir parçası haline gelir. İdeoloji, inancın ötesinde bir işlev kazanır: Sorumluluktan kaçışın meşru kılıfı olur. George Orwell’ın 1936 tarihli “Aspidistra” romanının kahramanı Gordon Comstock, işte böyle bir kaçışın öznesidir. Ama bu portre sadece bir roman karakterine ait değildir, günümüzde, özellikle gençler arasında benzer bir dinamiğin tezahürlerine zaman zaman rastlıyoruz. Anlamsızlık bugün, tıpkı Comstock’un para tanrısı karşıtlığı gibi, yaşamın zorluklarından kaçmanın entelektüel bir gerekçesi haline gelmiştir.

İsyanın Rahatlığı

Orwell’ın romanı “Aspidistra”da, yirmi dokuz yaşındaki Gordon Comstock bir reklam ajansında iyi para kazanan yetenekli bir reklam yazarı olmasına rağmen, bu işi kapitalizmin en pis dolandırıcılığı olarak görür ve istifa eder. Bu istifası para tanrısına karşı kendince bir savaş yürütmek içindir. İstifasından sonra bir sahaf dükkanında son derece düşük bir ücretle çalışmaya ve Londra’nın yoksul semtlerinden birinde, soğuk ve pis bir pansiyonda yaşamaya başlar. Amacı bellidir: Şair olarak yaşamak ve materyalist toplumun değerler sistemine karşı durmak.

Comstock’un yayınlanmış bir şiir kitabı vardır: “Mice” (Fareler). Kitap beğeni toplamıştır ama iki yılda sadece yüz elli üç kopya satmıştır. Romanın başında “Londra Sefaları” adlı uzun bir şiir üzerinde çalışmaktadır. Ama çok az ilerleme kaydeder. Yoksulluğu şiir yazmasını kolaylaştırmak yerine tamamen engellemektedir. Kitapçı rafları arasında geçen günlerinde, başkalarının kitaplarına bakar ve kıskanç bir öfkeyle düşünür: “Kitapları para yazar, para satar. Bana doğruluk değil Tanrım, para ver, sadece para.”

İlk bakışta Comstock’un seçimi cesur, hatta romantik görünür. Para peşinde koşan kalabalığın dışına çıkan, ilkeli bir sanatçının trajik hikayesi gibi. Nitekim roman hakkında yapılan pek çok yorum da bu yöne eğilerek Comstock’u kapitalist sistemin kurbanı, idealist bir anti-kahraman olarak okur. Ama bu okumanın gözden kaçırdığı şey, Comstock’un bu “mücadelesinin” altında yatan gerçek dinamiktir: Sorumluluktan kaçış.

Comstock’un penceresinde solgun bir aspidistra bitkisi oturur. Aspidistra, İngiliz orta sınıfının saygınlık sembolüdür, her evde, her pencerede, inatla yeşeren, neredeyse ölümsüz bir bitki. Comstock bu bitkiye bakarken şöyle düşünür: “Aspidistra, İngiltere’nin simgesi olan çiçek! Aslanla denizatı yerine aspidistra bizim armamız olmalıydı. Pencerelerde aspidistra saksıları durduğu sürece İngiltere’de devrim mevrim olamazdı.” Comstock burjuva saygınlığının, sıradan orta sınıf hayatının simgesi olan aspidistraya karşı çıktığını iddia eder. Ama romanın sonunda, evlendiğinde, yeni dairesine bir aspidistra yerleştirir. Döngü tamamlanır. İsyan, başından beri rahattı; çünkü hiçbir zaman sahici bir risk taşımıyordu.

Prensip Maskesi Altında Korkaklık

Comstock’un trajik bir kahraman olarak görülmesindeki en büyük sorun, onun gerçekte ne yaptığına değil ne söylediğine bakılmasıdır. Comstock para tanrısına karşı olduğunu söyler, kapitalizmi eleştirir, sanat uğruna fedakârlık yaptığını iddia eder. Ama eylemleri bu söylemleri desteklemez, tam tersine bunları yalanlar.

Comstock kendini “yazar” olarak tanımlar ama yazmaz. Romanın erken sayfalarında bu gerçek açıkça ifade edilir: “Sonuçta, o, sözüm ona bir ‘yazar’dı ve ‘yazmaz’ bir haldeydi! Yayımlatmak sorunu değildi onunki, hiçbir şey ya da neredeyse hiçbir şey üretmiyordu.” İşte burada kritik bir nokta var: Sorun dış engeller değil, içsel bir üretmeme durumu. Ama Comstock bu gerçeklikle yüzleşmek yerine, yoksulluğunu bir mazeret olarak kullanır. “Para, para, her şey para! Seni heveslendirecek paran olmadan tek kuruşluk bir romancık yazabilir misin? Yaratma, enerji, akıl, üslup, cazibe; bütün bunlar nakit parayla alınan şeyler” diye düşünür. Yoksulluğu seçmesi, aslında bu mazereti sürdürebilmesi için akıllıca bir stratejidir. Eğer daha iyi koşullarda yaşasaydı ve yine de yazamasaydı, kendi yetersizliğiyle yüzleşmek zorunda kalacaktı. Ama böyle, her zaman dışarıdan bir neden gösterebilir.

Comstock’un ailesine dair bir pasaj, onun psikolojisini anlamak için çok önemlidir. Orwell, Comstock ailesini “hiçbir zaman hiçbir şeyin olmadığı orta-orta sınıflarda çok görülen sıkıcı ailelerden biri” olarak tanımlar. Hiçbir gerçek trajedi, hiçbir dramatik yoksulluk, hiçbir büyük olay yok. Sadece sıradan, yavan, sıkıcı bir orta sınıf ailesi. Bu gerçek çok şey anlatır: Comstock’un mücadelesi gerçek bir yoksullukla, gerçek bir adaletsizlikle değil, sıradanlıkla, yavanlaşmış bir hayatla mücadeledir. Ve bu sıradanlığı kabul etmek yerine, onu büyük bir ideolojik savaşa dönüştürür. Böylece hem sıkıcı hayatına bir anlam yükler, hem de kendi başarısızlığı için hazır bir açıklama bulur.

Comstock’un karakterindeki zaafın en çarpıcı şekilde ortaya çıktığı sahne, eline iyi bir para geçtiği gün yaptıklarıdır. Bir Amerikan dergisi şiirlerinden biri için on sterlin gönderir ki bu 1930’larda iyi bir miktardır. Comstock önce beş sterlini kız kardeşi Julia’dan aldığı borcu ödemek için kullanmayı düşünür, ama sonra tüm parayı savurganca harcamaya başlar. Arkadaşları Rosemary ve Ravelston’ı pahalı bir akşam yemeğine çıkarır, gereksiz yere gösteriş yapar. Gece ilerledikçe sarhoş olur ve davranışları giderek daha çirkin hale gelir: Rosemary’e sokakta kaba cinsel yaklaşımlarda bulunur, Rosemary küsüp kaçtıktan sonra Comstock fahişelerle vakit geçirir, orada da olay çıkarır ve tutuklanır. Para tanrısına karşı yıllarca “mücadele eden” adam, eline biraz para geçince, tam olarak küçümsediği burjuva züppeliğinin en kötü versiyonunu sergiler. Bu sahne Comstock’un tüm ideolojik duruşunun ne kadar sahte olduğunu gösterir. Eğer Comstock’un sürekli dile getirdiği hayat felsefesi gerçekten derin bir değerler sistemi olsaydı, para eline geçince de tutarlı kalırdı. Ama öyle olmaz. İdeolojisi koşullar değişir değişmez buharlaşır çünkü o bir inanç değil, bir mazeret sistemiydi. Comstock’un grandiyöz benlik algısı, büyük şair olma fantezisi, aslında son derece kırılgan temeller üzerine kurulmuştur. Ve bu kırılganlık, en küçük bir başarı ya da para kazanma anında ortaya çıkar: Ne yapacağını bilemez, kontrolü kaybeder, maskesi düşer.

Anlamsızlığın Anlamlı Kullanımı: Çağdaş Yansımalar

Comstock’un hikayesi sadece 1930’ların İngiltere’sine ait değildir. Bugün, özellikle genç nesiller arasında benzer bir kaçış mekanizmasına rastlamak mümkündür. Sadece ideolojik kılıf değişmiştir. Comstock’un “para tanrısı karşıtlığı” yerine, günümüzün “kaçak” gençleri “varoluşsal anlamsızlığa” tutunurlar. Ve tıpkı Comstock’un durumunda olduğu gibi, bu felsefi duruş da çoğu zaman emekten, sorumluluktan, gerçek çabadan kaçmanın entelektüel bir gerekçesi haline gelir. Bu gençler hayatın anlamsızlığından bahsederler, varoluşun boşluğundan, çabanın faydasızlığından, başarının geçiciliğinden dem vururlar. Bu söylem ilk bakışta felsefi bir derinlik taşıyor gibi görünür. Nihayetinde Camus’den Sartre’a kadar pek çok düşünür bu sorularla boğuşmuştur. Ama burada olan şey, bu felsefi sorgulamanın bir eylemde bulunmama sistemi haline getirilmesidir. “Neden çalışayım, hayat zaten anlamsız”, “Neden ilişki kurayım, sonuçta her şey boş”, “Neden çaba göstereyim, hiçbir şeyin önemi yok.” Bu cümleler, Comstock’un “para tanrısı her şeyi engelliyor” söylemiyle aynı işlevi görür: Dış bir neden göstererek, içsel bir sorumluluğu reddetme işlevi.

Dikkat çekici olan, bu gençlerin çoğunda Comstock’unkine benzer bir grandiyöz eğilimin bulunmasıdır. Kendilerini çok üstün görürler, sistem içinde hak ettiklerini alamadıklarını düşünürler. “Ben aslında çok yetenekliyim ama sistem beni tanımıyor” anlatısı, Comstock’un “büyük bir şair olabilirdim ama kapitalizm engel oluyor” söylemiyle neredeyse birebir örtüşür. Her iki durumda da grandiyoz benlik algısının altında derin bir yetersizlik korkusu yatar. Eğer gerçekten deneseler ve başarısız olsalar bu korku gerçeğe dönüşecektir. Ama hiç denemezlerse, fantezi korunur. Anlamsızlık ideolojisi bu açıdan mükemmel bir kalkan sunar: Kişiyi bir şey deneme sorumluluğundan muaf tutar.

Bir diğer ortak nokta, sorumluluğun sürekli dışsallaştırılmasıdır. Comstock para sistemini suçlar; günümüz gençleri aileyi, toplumu, varoluşun kendisini suçlar. “Ailem beni anlamıyor”, “Sistem çürümüş”, “Her şey zaten anlamsız.” Bu cümleler hep dışarıya işaret eder. Hiçbir zaman içeriye bakmaz. “Belki ben çaba göstermiyorum”, “Belki ben sorumluluk almaktan kaçıyorum” gibi cümleler nadiren duyulur. Çünkü bu cümleler, kişiyi kendi özgürlüğü ve dolayısıyla kendi sorumluluğuyla yüzleşmeye zorlar. Dış engeller ise rahat bir konfor sunar: Değişmek için hiçbir neden yoktur çünkü sorun zaten dışarıda, hatta hayat denilen kavramın kendisindedir. Burada çok sinsi bir paradoks vardır: Eğer gerçekten her şey anlamsızsa ve bu sizi gerçekten rahatsız etmiyorsa, neden bunu sürekli dile getirme ihtiyacı duyuyorsunuz? Neden bunu bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı, bir kimlik haline getiriyorsunuz? Gerçek nihilist sadece omuz silker ve yaşar. Ama bu gençler anlamsızlığı bir bayrak gibi taşırlar. “Ben anlamsızlığı görebilen biriyim” kimliği, aslında çok anlamlı bir kimliktir. Anlamsızlık tezi, anlamlı bir varoluş temeli olarak kullanılır. Tıpkı Comstock’un para tanrısı karşıtlığının onun kimliğini tanımlaması gibi, anlamsızlık da bu gençlerin kimliklerinin merkezine yerleşir. Reddettikleri şey, tanrıları olur.

Reddettiğin Şey Tanrın Olur: Kaçışın Paradoksu

Comstock’un karakterindeki belki de en çarpıcı ironi, para tanrısına karşı olduğunu iddia ederken, hayatını tamamen para etrafında örgütlemesidir. Her düşüncesi, her eylemi, her ilişkisi para tarafından belirlenir. Rosemary ile çıktığı her randevuda cebindeki para miktarını hesaplar, bir restoranda garsonun aşağılayıcı bakışlarından utanç duyar, kız kardeşi Julia’dan borç alırken hem minnet hem öfke hisseder. Para yokluğu öyle merkezi bir hal alır ki, aslında herhangi bir burjuvadan daha fazla para-merkezli bir hayat sürmektedir. Reddettiği şey, tam anlamıyla onun tanrısı haline gelmiştir.

“Londra Sefaları” adlı şiirinde Comstock, modern kapitalist toplumu eleştirir. Şiirin dizelerinde para tanrısını şöyle tasvir eder:

“Varın yokun tanrısı, para-tanrısı,

O yönetir eli, beyni, damardaki kanı

O verir rüzgârı kesen tavanı çatıyı

Ve verirken alır yine yoku varı.

Kıskanç özenlerle gözetle bizi

Bil düşümüzü, düşüncemizi, gizimizi,

Söylet, konuştur, giydir bizi,

Günümüz nasıl geçecek, emret haydi!”

Bu dizelerde Comstock, para tanrısının insanın her şeyini nasıl kontrol ettiğini anlatır, ama fark etmediği şey, kendisinin de bu kontrolün tam merkezinde yaşadığıdır. Her sabah uyandığında ilk düşüncesi paradır, her akşam yatağa yattığında son düşüncesi paradır. Eleştirdiği şey, onu ele geçirmiştir.

Romanın ilerleyen sayfalarında Comstock, kendi ailesini analiz ederken çok önemli bir gözlem yapar: “Bütün mesele, sadece parasızlık değildi. Daha çok, paraları olmadığı halde zihinsel olarak para dünyasında, paranın erdem, yoksulluğun suç olduğu bir dünyada yaşamalarından kaynaklıyordu durumları.” Bu cümle, aslında Comstock’un kendi durumunun mükemmel bir tanımıdır ama o bunu göremez. Kendisi de aynı para dünyasında yaşamaktadır, sadece tersinden. Ailesi paraya sahip olmaya çalışır, o ise paraya sahip olmamaya çalışır, ama her ikisi de zihinsel olarak aynı dünyadadır. Her ikisi de paranın erdem, yoksulluğun suç olduğu varsayımını kabul etmiştir, sadece bu varsayıma tepkileri farklıdır.

Bu paradoks sadece Comstock’a özgü değildir. Günümüzde anlamsızlık ideolojisine tutunan gençlerde de aynı mekanizma işler. Hayatın anlamsızlığından o kadar çok bahsederler, onu o kadar merkeze koyarlar ki, aslında anlam arayışından daha fazla enerji harcarlar bu anlamsızlık anlatısını sürdürmek için. Anlamsızlık, onların varoluşlarının anlamı haline gelir. Her konuşma, her düşünce, her karar bu anlamsızlık çerçevesinde şekillenir. Reddettikleri şey – anlam arayışı – aslında en yoğun şekilde meşgul oldukları şeydir, sadece negatif formda.

Burada devreye giren bir diğer mekanizma ise çözülemez sorunlara tutunmadır. Comstock dünyadaki kapitalist sistemi değiştiremez. Bu sistemin değişmesi kişisel eylemlerin ötesinde bir uğraş gerektirir. Comstock kapitalizmle mücadele eden başka kişi veya gruplarla da bir araya gelmez, bir grup aidiyeti içinde mücadele etmekten de uzaktır. Ama sorun olarak görülen bu sistemi bir bahane olarak kullanmak mükemmeldir, çünkü bu asla test edilemeyecek, asla çürütülemeyecek bir mazerettir. Benzer şekilde, varoluşsal anlamsızlık da çözülemez bir sorundur. Kimse evrenin anlamını değiştiremez, kimse ölümün gerçekliğini ortadan kaldıramaz. Bu soruna tutunmak oldukça güvenli bir konumdur çünkü asla çözüm üretme sorumluluğu yoktur. Küçük, somut, kişisel sorunlar ise çözülebilir ve dolayısıyla bu sorunlarla uğraşmak risklidir. Eğer onlara odaklanırsanız ve çözemezseniz, kendi yetersizliğiniz ortaya çıkar. Ama eğer “hayatın anlamı nedir?” gibi evrensel bir soruyla boğuştuğunuzu iddia ederseniz, hiçbir zaman başarısız sayılmazsınız çünkü bu konuda kimse tam anlamıyla başarılı olamaz.

Comstock’un ve günümüz nihilistlerinin oynadığı oyun budur: Çözülemez olanı en önemli sorun ilan ederek, çözülebilir olandan kaçmak. Böylece hem entelektüel bir derinlik imajı yaratılır, hem de hiçbir somut sorumluluk alınmaz. Ama bu oyunun bedeli ağırdır: Hayat, kıyıdan seyredilen bir şey haline gelir ve asla gerçekten yaşanmaz.

Anlam Vermek Ya Da Yok Olmak: Varoluşun Zorunluluğu

Comstock’un ve çağdaş nihilistlerin ortak yanılgısı, hayatın kendiliğinden bir anlam taşıması gerektiğini sanmalarıdır. Bu anlamı bulamayınca biri sistemi, diğeri varoluşun kendisini suçlar. Oysa varoluşçu düşünce tam tersini söyler: hayat, kendiliğinden bir anlam taşımaz; anlamı biz yükleriz. Bu da bir trajedi değil, bir özgürlüktür.

Viktor Frankl, toplama kampındaki yıllarında bunu en uç biçimde deneyimlemiştir. En çaresiz koşullarda bile insan, bir anlam yaratma özgürlüğüne sahiptir, ama bunun için önce o özgürlüğün sorumluluğunu üstlenmelidir. Bu sorumluluktan kaçmak Jean-Paul Sartre’ın “kötü niyet” dediği şeyle yakından ilişkilidir. İnsan, özgürlük yükünden kurtulmak için kendine bir doğa, bir öz, bir mazeret uydurur. “Ben buyum, başka türlüsü olamam” der. Comstock’un “para karşıtıyım, başka türlü davranamam” bahanesiyle, nihilistin “her şey anlamsız, değişmez” söylemi aynı kökten beslenir: her ikisi de özgürlüğü inkâr ederek sorumluluktan kaçar. Sartre’ın ifadesiyle insan “mahkûmdur özgür olmaya” ve seçmemek bile bir seçimdir.

Albert Camus varoluşçu düşüncede bu zinciri kıran figürdür. Sisifos Söyleni‘nde hayatın anlamsızlığını bir çıkmaz değil, bir başlangıç olarak görür. Tanrılar Sisifos’u, bir kayayı dağın tepesine çıkarmaya mahkûm ederler, ama kaya her seferinde tekrar aşağıya yuvarlanır. Bu sonsuz döngü ilk bakışta boş ve saçmadır; insanın çabasını anlamsız kılar. Ama Camus’nün cümlesi, bu anlamsızlığa meydan okur:

“Sisifos’u mutlu olarak tasavvur etmeliyiz.”

Çünkü Sisifos, kaderini bilir, onu kabullenmez ama taşımayı seçer. Kayayı yukarı taşırken, her defasında kendi varlığını yeniden kurar. Anlamı bulmaz; yaratır. Camus için isyan, eylemle eş anlamlıdır: Eylem taşın altında ezilmek değil, o taşı bilinçle yeniden kaldırmaktır. Comstock’un hatası burada başlar. O, taşı görür ama yerinden oynatmaz; farkındalıkla yetinir, eylemle değil. Günümüz nihilizmi de bu noktada Sisifos’tan ayrılır: absürdü keşfeder ama hareket etmez, düşünceyi eylemin yerine koyar.

Rollo May’in dediği gibi, gerçek anlam yaratıcı eylemden doğar. Bu eylem, risk ister başarısızlık, reddedilme, hatta alay edilme riski. Comstock bu riski almaz; çünkü “para tanrısı” onun önünde bir bahane olarak durur. Nihilist genç de almaz; çünkü “her şey zaten boştur.” Ama anlam konforun değil, riskin çocuğudur; insan ancak eyleyerek kendi varlığını kanıtlar.

Martin Heidegger ise meseleyi varoluşun köküne indirir: sahici varoluş, kendi ölümlülüğünün bilincinde olarak seçim yapabilmektir. Comstock ve nihilist gençler, bu bilinci “uyanmışlık” sanır ama aslında “das Man”ın, yani sıradan insan topluluğunun içinde yaşamaya devam ederler. Çünkü farkında olmak, seçmekle aynı şey değildir. Gerçek sahicilik, ölümlülüğü bilip yine de taşın altına elini koymaktır. Sonuçta, bütün bu düşünürlerin farklı dillerle söylediği aynı hakikat şudur:

“Anlam, verilmez; yaratılır. Ve yaratmak, sorumluluk almaktır.”

Sorun Çözmek, Dolayısıyla Var Olmak

Comstock’un ve günümüz nihilistlerinin kaçtığı şey, aslında hayatın özüdür: Bu öz sorun çözmektir, çünkü hayat sürekli karşımıza çıkan sorunları çözmekten ibarettir. Ve paradoksal olarak, hayatın güzelliği, anlamı, tatmini tam da bu sorun çözme pratiğinden gelir. İnsanın, hayat, insanlık, evren, ekonomik veya siyasi sistemler gibi konularla ilgili dev sorunları tek başına çözmesi mümkün değildir, ama daha küçük ölçekli, kendi mikro evreniyle ilgili sorunları çözmesi mümkün olabilir. Dev sorunlara odaklanıp asıl çözülebilecek küçük sorunları ihmal etmek aslında hayatın özünü de ıskalamaktır, çünkü tam da bu küçük sorunların çözümünde anlam ortaya çıkar. Bir ilişkiyi düzeltmek, bir işi tamamlamak, bir yeteneği geliştirmek, birine yardım etmek bireyin gücünün yetebileceği sorunlardır.

Comstock’un trajik yanı, gerçek sorunlardan kaçarak devasa  bir sorunla, kapitalizmle, para tanrısıyla boğuşmayı seçmesidir. Eğer gerçekten şiir yazmak istiyorsa, oturup yazması gerekir. Eğer Rosemary ile mutlu bir ilişki istiyorsa, bu ilişkiye emek vermesi gerekir. Eğer ekonomik güvence istiyorsa, bunu sağlayacak işi yapması gerekir. Bunlar çözülebilir, somut sorunlardır. Ama hepsi çaba, risk, başarısızlık ihtimali taşır. Dünya kapitalizmini eleştirmek, kişisel riskten arınmış güvenli bir kıyı sunar. Böyle tekin bir kıyıdan yürümek rahattır ama hiçbir yere varmaz.

Romanın sonunda Comstock, Rosemary’nin hamile kalmasıyla bir dönüm noktasına gelir. Artık sadece kendi trajik hikayesiyle meşgul olamaz çünkü başka bir yaşam onun sorumluluğu altındadır. İlk kez gerçek bir sorunla, doğacak bir çocukla, aile kurma derdiyle yüzleşmek zorundadır. Bu zorunluluk onu kurtarır, ama aynı zamanda yenilgiye uğratır. Reklamcılık işine geri döner, Rosemary ile evlenir, aspidistrayı da evinin penceresine koyar. Bazı eleştirmenler bunu trajik bir teslim olarak okur. Aslında bu trajik bir mağlubiyet değildir. Belki de Comstock, ilk kez, ideolojik değil, insani bir seçim yapmıştır.

Günümüzün anlamsızlığa tutunan gençleri için  benzer bir zorlayıcı, dönüştürücü an gelmeyebilir. Bir bebek, bir hastalık, bir kayıp gibi, hayatın zorla getirdiği sorumluluklar olmadan, kıyıda yürümek sürgit devam edebilir. Bu kıyı yürüyüşü gerçek  bir yaşam değil, yaşamın ertelenmesidir. Her geçen gün, gerçek deneyimlerden, gerçek ilişkilerden, gerçek başarılardan ve başarısızlıklardan uzak kalınır. Zamanla, anlamsızlık ideolojisi bir kehanet haline gelir: Hiçbir şeye anlam yüklemediğiniz için, gerçekten de hiçbir şey anlamlı olmaz.

İdeolojilere, mazeretlere, anlamsızlık anlatılarına tutunarak kıyıdan yürüyebiliriz. Ya da suya girebiliriz. Risk alarak, sorumluluk yüklenerek, başarısız olma ihtimaliyle yüzleşerek…. Anlam bir kez kurulup sonra unutulan bir şey değildir. Hayat, tekrar tekrar anlam inşa etmeyi gerektirir. Bu inşa süreci bazen zorlu ve yorucu olabilir, ama tatmin de buradan damıtılır.




Bu haber 55 defa okunmuştur.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
YUKARI