erotik shop
Bugun...


Bir tecrübenin israfı ve itibar kaybı olarak ''İslamcılık''
70'li yıllardan sonra oluşmaya başlayan İslamcılık, refah ve konfora battıkça entelektüel aklını kaybetmekle kalmıyor, geçmişin özlem ve ideallerinin gelmesi gereken noktanın bu olmaması gerektiğini de dile getirirken, bu yükün altında da hüsran yaşamaktadır. Bu süreç dikkate alındığında yetmişli yılların İslamcılığı genel anlamda “dimyata pirince giderken evdeki bulguru” da kaybetmekle kalmamış, vakıada cereyan eden hakikatler açısından, özellikle yirminci yüzyılın başlarındaki –İslam ümmetinin yüz akı olan- İslamcılığı israf etmiş ve itibarını da yok etmiştir.

facebook-paylas
Tarih: 13-02-2019 01:56
Bir tecrübenin israfı ve itibar kaybı olarak ''İslamcılık''
+ -


İslamcılık, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ve yirminci yüzyılın başlarından itibaren emperyalizme karşı verilen bir mücadelenin ideolojisi olarak temayüz etti. Soğuk Savaş dönemi boyunca da Batı tarafından, SSCB’nin komünist ideolojisinin yayılması önünde bir bariyer olarak desteklendi. Yetmişli yıllardan sonra Türkiye’de kök salmaya başlayan ve İslamcılık olarak adlandırılan İslamcılık, Osmanlı İslamcılarından değil, Mısır, Pakistan, İran vb. diğer İslam ülkelerindeki fikirlerden beslenerek kendisini inşa etti. Aslında bu durum Osmanlı İslamcılarından radikal bir kopuş olmasa da temeller açısından bir kopuştu. İslam ülkelerindeki fikir akımlarının eserleri, tercüme faaliyetleri ile çok geniş kitlelerde, özellikle de “taşra” kesimlerinde çok hızlı bir şekilde yayılarak bir direniş ve mücadele zemini inşa etti…

28 Şubat sürecinden sonra ortaya çıkan durum, İslamcılar tarafından bir kazanım olarak değerlendirildi. Fakat klasik (Osmanlı) İslamcılık ’tan hareketle yeterli bir perspektife sahip olmayan yetmişli yılların ikinci kuşak İslamcılığı konjonktürel durumu okuyamadı. Bunun neticesinde, gelinen süreci bir analize tabi tutmak gerekmektedir. Bu yazıda İbn-i Haldun’dan hareketle bir İslamcılık değerlendirmesi yapacağız. (Bu değerlendirme klasik İslamcılığın değerlendirmesi değildir.)

İslamcılık, sisteme muhalif bir hareket olarak ortaya çıkarak gelinen süreçte sistemle bütünleşmiş bir yapıya dönüşmüş durumdadır. Bir mücadele ruhuna sahip olan, adalet ve hakkaniyete vurgu yapan, tarihsel İslam’la hesaplaşan vb. yönleriyle İslamcılık, liberal kapitalist ekonomik politikalarla “refah ve konfora alışmış insanlar olarak, artık mücadeleci kimliklerini kaybedip, başkalarının korumasına muhtaç hale gelmişlerdir.” Bu muhtaçlık, bizatihi sistemin içindeki varlığını korumaya dair bir özdeşliktir. Muhalefet döneminde “bedevi” bir karaktere sahip olan İslamcılık, “fıtri ve ahlaki” olana yakın duran ve buna dayalı özlem ve idealleri olan bir İslamcılıktı. “Fıtri ve ahlaki” olana yakınlık, özlem ve idealler “refah ve konfor” nedeniyle terk edilince geriye kalan artık sadece “develerini nasıl otlatacakları” meselesidir. Kapitalist “kazancın ve zenginliğin bir sonucu olarak lüks ihtiyaçlar” kendileri için en meşru şey durumundadır. Kapitalist sistemde “israf” bilinci yerini yapay “ihtiyaç ve indirim” bilincine bırakmış durumdadır. Ama kolektif bilinçaltının yok edilemeyeceği gerçeğini dikkate aldığımızda “şehirde (sistemde) yaşamaya heveslenen her bedevi (İslamcı) kısa süre içinde orada yaşamaya güç yetiremeyeceğini anlar ve böylece şehre (sisteme) yerleşme girişimi büyük bir hüsranla sonuçlanır.” (1) Bu hüsranın ortaya çıkardığı tahribat şu an için sadece kendisine zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bir tahribata ve büyük bir itibar kaybına da neden olmaktadır. Gelinen noktada İslamcılar ne klasik Osmanlı İslamcılığının ideallerini ne de Mısır, Pakistan, İran vb. diğer Müslüman ülkelerdekiİslami fikriyatı tevarüs edebilmektedir. Doğal olarak “refah ve konfor”, okuma sürecini yok etmiş ve entelektüel kişilik ve derinlik ortadan kalkmıştır. Özellikle Muhafazakârlık/Osmanlıcılık denilen ideoloji ve bu ideolojinin etrafında üretilen söyleme bakıldığında bunu net bir şekilde görmek mümkündür. Fas Rabat Üniversitesi profesörlerinden olan, İslam düşüncesine çok büyük katkılar yapan ve 2010 yılında vefat eden Muhammed Abid el-Cabiri, Sayın İhsan Fazlıoğlu tarafından bir “polisiye romancısı ve geç kalmış yerli bir oryantalist” (2),yine bu minval üzere Sayın İhsan Şenocak, İslam düşüncesinde ufuk açacak bir derinliği olan Nasr Hamid Ebu Zeyd hakkında olmadık hakaretler yaparak onu “Tahrifin Sidre-i Müntehası” olarak değerlendirmektedir. (3) Sadece bu iki örnek üzerinden dile getirmeye çalıştığımız olgu Türkiye İslamcılarının “refah ve konfora” batmışlığı ile sistemle entegrasyonları neticesinde ortaya çıkan büyük kapatılmanın nasıl bir entelektüel boşluk yarattığını göstermek amacıyladır.

İslamcı camialar yaratıcı fikirlere sahip olan entelektüellerini, “refah, konfor ve sisteme entegrasyon” süreci nedeniyle ya sahip çıkmadılar ya da dışladılar. Bu kaçınılmaz bir olguydu. onları besleyen, onlara muhalif bir düşünsel arka plan sunan entelektüelliğe artık gerek yoktu ve “refah, konfor ve entegrasyon” açısından entelektüellik artık bir tehditti. Çünkü entelektüellik doğası gereği kavgacıdır, eleştireldir. Dolayısıyla bu entelektüel birikimin taşınması mümkün değildi. Taşındıysa bile “refah, konfor ve entegrasyonu” tehdit etmeye başladığı için bir noktadan sonra tasfiye edilmesi gerekiyordu ve nitekim öyle de oldu. “Artık şehvet ve arzulara tabi olma aşaması gelmiş, nefis, -hem dini hem de dünyevi huzur ve istikrarsızlığın kaybolacağı- (şatafatlı ve lüks alışkanlıkların her türlüsünün peşine takılmıştır. Dini huzur ve istikrar bozulmuş, çünkü kişide (İslamcılarda) -dini yaşamla uyuşmayacak lüks ve şatafatlı alışkanlıklar, kolayca vazgeçemeyeceği şekilde yerleşip sabitleşmiştir.” (3) “Özelde, yani tek tek bireylerin bozulmasının sebebi ise söz konusu alışkanlıkların masraflarını karşılama derdine düşmeleri, her türlü kötülüğün (şehevi arzuların) peşinden koşmaları, birini elde ettikten sonra bir diğerine yönelmeleri, bunun ise kendilerine zarar vermesidir… Hatta bu hal –Allah’ın korudukları dışında çoğu için bir alışkanlık ve kişilik haline gelir ” (4) Bu durum hem bir tecrübenin -yani İslamcılığın- israf edilmesini hem de bu tecrübenin itibarını yok etmiştir. Özellikle adalet ve hakkaniyet duygusunun zedelenmesi sadece bir olgu değil, aynı zamanda bu “lüks ve şatafatın, israf ve yapay ihtiyaçların, adam kayırmacılığın, torpilin, rüşvetin, cemaatçiliğin, tarikatçılığın” da meşruiyet zeminini inşa eder. Doğal mecrasında, İslami ve ahlaki olarak yaşanmamış bir hayat, İslami ve insani olmayan bir yaşamla yaşanmakta ve bu durum “kutsalla, bedel ödemişlikle” meşrulaştırılmaktadır.

Oysa T. Adorno’nun dediği gibi “yanlış bir hayat, doğru yaşanamaz.” Ve vakıada yaşanan bu yanlış hayat tarzı doğru, ahlaki ve adil olmadığı için tecrübenin hem israf edilmişliğini hem de itibar kaybına uğradığını göstermektedir ve bunun İslami ve insani açıdan telafisi yoktur. Bu vebalin altından kalkmak da mümkün değildir. “Artık halk (İslamcılık) devlete tabidir ve ahlakı da devletin ahlakına tabidir.” Safi imana dayalı bir ahlakyok olmuş;fıtri ahlak, yerini devletin/gücün ahlakına terk etmiştir. Ahlak, artık yaradılışa, fıtri olana uygunluk değil alışkanlık haline gelmiş olan bu “refah, konfor ve entegrasyona” uygunluk üzerinden temayüz eder. “Ne var ki alışkanlıklar, insanın tabiatını alışageldiği şeyler istikametinde değiştirmektedir. Bu yüzden insan, geldiği soyun (dava, ideoloji, inanç) değil, yaşadığı ortamın ve alışkanlıkların çocuğudur.” (6)

70'li yıllardan sonra oluşmaya başlayan İslamcılık, refah ve konfora battıkça entelektüel aklını kaybetmekle kalmıyor, geçmişin özlem ve ideallerinin gelmesi gereken noktanın bu olmaması gerektiğini de dile getirirken, bu yükün altında da hüsran yaşamaktadır. Bu süreç dikkate alındığında yetmişli yılların İslamcılığı genel anlamda “dimyata pirince giderken evdeki bulguru” da kaybetmekle kalmamış, vakıada cereyan eden hakikatler açısından, özellikle yirminci yüzyılın başlarındaki –İslam ümmetinin yüz akı olan- İslamcılığı israf etmiş ve itibarını da yok etmiştir. Sadece her gün üzerinde tartışmalar yürütülen “ateizm ve deizm” tartışmalarına bile bakmak yeterlidir. Neden yeni nesiller, camia, cemaat ve tarikatlardan kaçarak soluğu ateizmin, deizmin, popülizmin vs. kıyısında almaktadır? Sadece Fetö olgusuyla açıklanabilir mi? Neden İslamcı Muhafazakâr kesim “ne şiş yansın ne de kebap” eyyamcılığına başvurmakta? 15 Temmuz darbe girişimi bu ülkenin asla diz çökmeyeceğini bir kez daha kanıtladığı halde neden sürekli “beka” gündeme getirilmektedir? Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkündür. Son olarak 70'lerden sonraki İslamcılığın miadını doldurduğunu kabul etmesi de artık bir anlam ifade etmiyor. Çünkü yaratmış olduğu tahribat, ortaya koyduğu israf ve gelinen noktadaki itibar kaybı bu İslamcılığın gelecek nesiller tarafından asla affedilmeyeceği olgusudur. Çünkü emperyalizme karşı verilen gerek kurtuluş savaşlarındaki duruşları, gerek verdikleri mücadeleler, bedeller ve şehitler, ortaya koydukları entelektüel birikim açısından, klasik İslamcılığın tüm deposu, meşru, ahlaki ve adil olmayan bir sürece kurban verilerek talan ve yağma edilmiştir.

Kaynakça: 

1- İbn-i Haldun, Mukaddime, Cilt 2 s. 496 (Alıntılardaki parantez içi ifadeler bize aittir.)

2- İhsan Fazlıoğlu, Soruların Peşinde s.82-83 ve Kayıp Halka, s. 102

3- İhsan Şenocak’ın resmi web sitesi https://www.ihsansenocak.com/nasr-hamid-ebu-zeyd/ Son Erişim: 02/02/2019

4- İbn-i Haldun, Mukaddime, Cilt 2 s. 507 (Parantez içi ifadeler bize aittir.)

5- İbn-i Haldun, Mukaddime, Cilt 2 s. 509

6- İbn-i Haldun, Mukaddime, Cilt 2 s. 525

 

​| Yazar: Gürgün Karaman

| Fikir Zemini 




Bu haber 2554 defa okunmuştur.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
YUKARI