Filmler asla sadece “film” değildir, yazıyordu “Filmlerle Sosyoloji” kitabında. Filmler eğlendirmek, kafamızı dağıtmaktan daha fazlasını yaparlar. Kurgusallığı bile gerçeğimizi can evinden vurur.Gerçekten de iyi bir film bazen birkaç kitaptan alabileceğimiz'den daha fazlasını bir saatte gösterir …. Eh, girizgahı da yaptığıma göre hadi filme geçelim;
“ Kimliklerinizi atın”
Diye sesleniyor kaptan, Ege sularında balık istifi gibi üst üste yığılmış mültecilere. Yırtıyorlar hiç itiraz etmeden. Sadece kimliklerini değil, geride kalanlara ait fotoğrafları da yırtıp atıyorlar denize. Tekne ilerledikçe arkada kalıyor geçmişleri, sevdikleri ve su yüzeyini kaplayan kafa kağıtları.“Cennet Batıda” bir umuda yolculuk filmi. Zaten Umut ve göçmenliği birbirinden ayıramazsın ki.
Kahramanımız İlyas ( Elias) genç, yakışıklı, yanık tenli ve dünyanın öbür taraflısı Teknenin su almasının an meselesi olduğunu bilen diğerleri Arapça dua okurken ,İlyas elindeki kitapçıktan Fransızca cümleler ezberlemekle meşgul görünüyor. Tanrıdan daha fazla ihtiyacı olacaktı Fransızcaya, üstelik onu kendi ülkesinde koruyamamıştı ki, denizin ortasında şimdi neden korusundu.İlyas’ın yüz ifadesi tam da Kriz teolojisine örnekti..:
“Paris’e nasıl gideceğimi söyler misiniz memur Bey?”
Ne kadar iyimser bir cümle bu. Bütün memurlar gümrüklerde Paris’e gidecek yolu göstermekteydi İlyas’ın rüyalarında. Çünkü bir yıldan fazladır Fransızca öğrenmişti. Soracaktı ve “hay hay” diyecekti memur. Bundan sonra kahramanımız İlyas için Mülteci diyeceğim sadece, kimliği ve aidiyeti olmadığından zaten Batı için adının bir önemi olmayacak, kısaca baş harfi büyük Mülteci.
Çıplaklar Kampı
Kafasına bir top çarparken görüyoruz Mülteci’yi. Yolculuğun başında yaşadığı bir sürü talihsizlikten sonra, Yunan Adalarına, çıplaklar kampına atıyor onu deniz. Mülteci’nin yüzündeki şaşkınlık ve çıplak kadını gördüğünde utanma duygusuyla gizlenmesi Batı’ya ilk yakınlaşmasını, Batı’yla ilk karşılaşmasını temsil ediyor. Batı’nın sınırlarını geçtikten sonra Mülteci’den aldığı ilk şeyin mahremiyet duygusu oluyor .Yüzündeki utancı, cennette yasak meyveyi yedikten sonra Adem ve Havva’nın avret yerlerinden utanmasına benzettim.
Çıplaklar Kampı’nı neden seçti yönetmen, neden Mülteci Batı’ya geçerken ilk çıplaklar kampına girdi? Belki de Batı’ya dair ilk kültür şokunu atlatmasını istedi kahramanının. Bauman “Parçalanmış Hayat” diyor buna. Batı insanının özgürlüklerini yaşamak için turistik bir heyecanla mekan değişimini temsil ediyor Çıplaklar Kampı. Özgürlük Batı için yeni deneyimlere ulaşabilmenin adı oluyor, Doğu için insanca yaşayabilmek demekken. Batılının,rutin hayatlarına dönmek kaydıyla doya doya “özgür” olabileceği suni mekanı olan Çıplaklar Kampıyla tanıştırılıyor Mülteci ve kendisine tek seçenek bırakılıyor, bize dahil olmak istiyorsan soyun! Kimliğini yırtıp denize atmakla başlayan bu soyunma bütün değerlerinden de soyunmayla nihayete eriyor. Anadan üryan şekilde Batı’ya kendini sunuyor Mülteci :“ giydir beni, şekillendir beni” …
Korku Çağı ve Güvenlik
“Gemiden kaçanların sahile gelmesinden korkuyorlar” diyor adadaki bir çalışan. Korku. Ne kadar çağın ruhuna uygun bir kelime. Kendini kimden korktuğu üzerinden tanımlayan insanlar, kimi sevmediği üzerinden ya da. Kimsin sorusuna cevap olarak karşımıza çıkan ; Mülteci istemeyen biri ya da şişman olmayan biri, İşid’i sevmeyen biri, yabancılardan hazzetmeyen biri, Müslüman olmayan biri, sevgilisi tarafından terk edilmeyen biri… Ne olduğunun değil ne olmadığının önemli olduğu bir çağ.
Bu kadar korkunun içinde güvenliği sağlamak steril, korunaklı ada halkı için en büyük mesele. Ve Ege denizinden adalarına vuran Mültecilerden haberdarlar. Mülteci korkusu dalga dalga yayıldıkça artık güvenlik meselesi polislere bırakılamayacak kadar ciddi bir mevzu olmakta ada halkı için. Herkes toplanıp şu soruyu soruyor birbirine:
“ Bir mülteci bulduğumuzda ne yapacağız?”…
Hümanizm ve iyiliğin kadınsılaşması
“Paris’e gelirsen, beni Le Lido’da bulabilirsin” diyor sihirbazın biri. Mülteci’nin en iyi planıdır artık kendisine söylenmiş bu söz. Ezberlediği bütün Fransızca cümlelerin işe yaracağı en iyi plan. Ancak yaşamdaki yürüyüşümüz gibi, Mülteci’nin Batı’ya olan yolculuğu da çetrefilli, zahmetli; iyiler, kötüler ve griler kalabalığını yararak geçmesi gerek…
İyinin ve kötünün arasındaki aşırı benzerliğin insanı çıldırtmasıdır bu. Gerçekliğin yitimi ile birlikte kavramların uçuşmasını görselleştiriyor yönetmen. Baudrillard’ın hiper gerçeklik dediği şey, herşeyin “mış gibi olması”… İyi diye birşey yok var olan şey “iyi imiş gibi”.
Mülteci’ye yardım etmek isteyen Batı’nın hümanistlerini kadın karakterlerle görüyoruz. Mülteci’yi koruyan, kollayan ve maddi olarak da destekleyen bu kadınlar, Batı’nın İnsan Hakları Örgütlerini tasvir etmekte adeta. Ancak post-hümanizm , yani hümanizmin öldüğünü düşündürten şey bu kadınların Mülteci’yi “ genç, yakışıklı bir erkek” olarak görmesidir. Ve yani bir insan olarak değil, kullanışlı bir erkek olması sebebiyle desteklemektedir. Bu da akla mültecileri ucuz işçi olarak gören, onların kas gücünden veya birikimlerinden sebep aralarına dahil eden günümüz aşırı gelişmiş ülkeleri getirmekte.
Kadınların hümanizmi temsili ise, kadının doğasına dair aşırı yorumları sebebiyle ekofeministlere bir cevap vermekte bana göre; “ kadın şefkatli ve iyiliğe yatkın” olduğu için değil aksine kapitalist Batı’nın bireye edindirdiği “daha fazla haz” ilkesini kuşandığı için yardım ederken görülmektedir filmde. İyiliğin kadınsılığı tezi hiçbir çıkarı olmadığı halde aç olan Mülteci’ye yiyecekleri yemesi için yardım eden yaşlı şef karakteriyle de çürütülmektedir.
Oysa Çıplaklar Kampındaki yardımsever kadına “beni Hamburg’a götür” dediğinde Mülteci, bir yabancıyı kendi özel alanına dahil etmekte isteksiz davrandı. Yardımı ancak kendi rutin hayatının dışında bir yerde yapmaya razı olacak bir hümanizm görüyoruz.
Yersiz Yurtsuzlaşma ve Batı’nın Mülteci’yi Tükürmesi
Yol boyunca bir çok sorunla karşılaşmasına rağmen, sekülerizmin etiği ile yetişmiş insanlarla imtihan edilmesine rağmen Mülteci nihayet Paris’e ulaşıyor. Önce kayıt dışı işçi olarak insan gücünden yararlanılmak üzere bir Fabrika’da ıslah edilmeye çalışıyor. Ancak efendisine isyan eden kölenin kaçışı gibi Mülteci’nin de tutunamayışını izliyoruz filmin sonlarına doğru.
Yine bir kadın eliyle Mülteci (günümüz için Modanın üstlendiği rol) Batı’da yaşamaya uygun hale getiriliyor. Arasına aldığı Ötekiyi şekilsel olarak dönüştürmesini ve “kabul edilebilir” hale getirilmesini bir ceket imgesiyle bize sunuyor yönetmen. Mülteci, üstünde iyi bir ceketle Paris’te gideceği yeri bulabilecek donanıma sahip hale gelir.Planın sonuna gelmiştir artık. Varacağı yere gelmiş, bulması gerektiği kişiyi bulmuş, gözlerinde büyük bir heyecanla “ Cennet”e geldiğini düşünmektedir. Ancak Batı medeniyetine sorduğu :
“Bana demiştiniz, Paris’e geldiğinizde beni bulun. Ben İlyas, hatırladınız mı ?” sorusuna aldığı cevap çok trajiktir : “İşte Paris’tesin ve beni gördün” olur. Büyük hayaller, güzel iş imkanları, insanca yaşama umudu Mülteci’nin yani İlyas’ın gözünde gözyaşı olup akar…
Demişti zaten Paris’ten ayrılmak üzere olan bir arkadaşı; Paris’te bize iş yok, üstelik kimliğimiz de yok, öleceksek bile kimliğimizle birlikte yurdumuzda ölelim, ben geri dönüyorum,demişti.
İşe yaramaz gördüğü Mültecileri çiğneyip çiğneyip tükürmüştü Batı bütün vahşiliğiyle.
{ Zeynep R. Karataş - Fikir Zemini }