Bozkırkurdu'nu ilk okuduğumda lise birinci sınıftaydım. Daha önce gördüğüm hiçbir ögretmene benzemeyen tarih öğretmenim Tuğrul Bey'in derslerin arasına ustalıkla sıkıştırdığı kitap tanıtımlarından birinde duymuştum ilk kez adını. Artık bizi gözünde ne kadar büyüttüyse yetişkin bir insanın bile anlamakta zorluk çekebileceği bu kitabı hiç çekinmeden tanıtmıştı derslerinin birinde. Mükemmel bir öğretmen ve iyi bir entellektüel olan Tuğrul Bey belki de uymak zorunda kaldığı müfredatın baskısından kurtulmak için böyle küçük yöntemler keşfetmiş, bu sayede de çoğumuzun hiç umulmadık bir şekilde tarih derslerini iple çekmemizi sağlamıştı.
Konumuzla ilgisi yok ama ondan önce ve sonra aldığım tarih dersleri arasında en cok zevk aldığım ve en cok aklımda kalan derslerin ondan aldığim dersler olduğunu belirtmek isterim. Ülkemizdeki öğretmenlerin onda biri Tuğrul Bey gibi olsaydı eminim su anda her açıdan çok farklı bir noktada olabilirdik.
Tanıttığı diger bütün kitaplar gibi bu kitabı da hemen alıp okumaya koyulmuştum ama itiraf etmeliyim ki ne kitabı okurken ne de sonrasında aradığim şeyleri bulamıyordum kitabın içinde. Kitap olabildiğince karmaşık ve bir o kadar da zor anlaşılır bir dille kaleme alınmıştı. Neyse ki yazar anlatmaya çalıştıklarını ustaca birbirine bağlıyordu ve bu sayede kitap da akıcı bir şekilde okunabiliyordu. Belki bunun da etkisiyle kitap bir çırpıda bitiverince elimde cevaplardan çok sorularla kalakalmıştım ortada. Yazar ne anlatmak istemişti, bu Bozkırkurdu da kim oluyordu, Bay Harry söylendiği gibi intihar etmiş miydi? gibi. Her ne kadar kitap hakkındaki hislerim böyleyse de yazarın dili o kadar hoşuma gitmişti ki ilerleyen yıllarda yazarın diğer kitaplarından birkaçını okuma firsatı bulmuştum. Kitabı benden biraz büyük bir arkadaşımla tartıştığımda da anlamıştım ki pek de anlayabilmiş degildim bu kitabı. O zaman kabullenemiyordum belki ama bana birkaç numara büyük gelmişti galiba bu kitap. Arkadaşımın da bana tavsiye ettiği gibi 'Kesinlikle tekrar okumalıydım' bu kitabı.
Arkadaşımın tavsiyesine ancak otuzlu yaşlarda sahfalarda gezdiğim bir günün sonunda uyabilecektim. Aradığım herhangi bir kitap olmadığı halde sahaflarda ilgimi çekebilecek bir kitap bulabilirmiyim diye gezinirken sahafların 'aradığınız bir kitap var mi?' şeklinde ki tacizlerine maruz kalmaya başlayınca birden aklıma gelmişti bu kitap. Hem bulunması zor bir kitap olduğundan hem de verecek bir cevabım olsun diye soranlara bu kitabı aradığımı söylemeye başladım. Bu kitabın adını duyan sahaflarsa daha duyar duymaz 'elimizde kalmadı' veye 'malesef yok' diyorlardı hemen. Bende bu sayede artık tacizlerine maruz kalmadan rahatlıkla kitaplara bakabiliyordum. Sadece birkaçı 'Hermann Hesse'nin kitabı değil mi o?' diyerek onun başka kitaplarını önermişti ama bunu diyenlere de bulunması daha zor olan ve yine tarih ögretmenim Tuğul Bey'in önerdigi Elias Canetti'nin Körleşme'sini sorunca benden iyice umutlarını kesip kendi halime bırakıyorlardı. Hele bu kitabı hiçbiri anımsamıyordu nerdeyse, sadece içlerinden bir tanesi 'ha, şu kalın kitap mı?' diyebilmişti, bu da günümüz sahfalarının bazılarının kitapları çoktan anlattıklarıyla değilde fiziksel özellikleriyle sınıflandırmaya başladıklarını gösteriyordu. Oysa ben içlerinden en azından birinin 'hani şu içinde 25 bin kitabın olduğu bir evde yaşayan sinoloğun hikayesini anlatan kitap değil mi o?' demesini bekliyordum çocuksu bir düşünceyle.
Sahafların her iki katını da gezip artık çıkışa yaklaşınca birazda bu kitapları bulamamış olmanın burukluğuyla artık itaplarına bakmayacak olduğum sahaflara bile sormaya başlamıştım bu kitapları. Sahafların tacizinden kurtulmak için icat ettiğim bu kuçük oyun çoktan bir oyun olmaktan çıkmış adeta yerine getirilmesi gereken bir göreve donüşmüştü benim için. Elimde aldığım birkaç kitabın içinde bulunduğu poşetle tam pasajdan çıkmışken çıkıştaki son sahafa da bir umutla girip sordum bu kitapları ve sahaf, biraz durakladıktan sonra elime tutuşturuverdi 'Bozkırkurdu' nu. O an garip bir zafer duygusuyla ordan çıkıp kitabı okumak için hızla eve gitmek isteği duydum içimde. Aradan geçen onca yıla rağmen kitaptan hayal meyal bişeyler hatırlıyordum ama kitabı ikinci kez okuyacak olmam bende büyük bir merak uyandırmıştı.
Kitaplar yaşayan organizmalar değiller ancak onları okuyan bizler sürekli farkında olmadığımız bir değişim geçirdiğimizden, bu sefer çok farklı hislerle okuyacağımı biliyordum bu kitabı. Öyle de oldu, kitabı okuyup bitirdiğimde kitaptan çok farklı bir tat aldığımı farkettim hemen. Belki de şu anda sahip olduğum dünya görüşünün penceresinden bakıyordum yazarın aktarmak istediklerine ama asıl önemli olan yazarın anlatmak istediği şey ya da varmak istediği nokta değil de okuyucunun anlatılanlardan ne anladığı değil midir? Aksi geçerli olsa yazar böyle bir roman yazmak yerine herkesin anlamasini istedigi düşünceyi bir makalede dile getirir, okuyanlar da yazarın anlattıklarından anlaşılması istenilen şeyleri anlar, kendi yorumunu katmazdı.
Yazarın ustalıkla anlattığı ve Bay Harry'nin bedenine yerleştirerek ortaya koyduğu iki kişiliğin mücadelesi aslında tasavvuf anlayışının da merkezini oluşturan ruh ve nefis arasındaki mücadele değil midir? Burada Bay Harry'nin bedeninde yaşayan ve zaman zaman tüm vahşiligiyle ortaya cıkan bozkırkurdu aslında bildiğimiz 'nefis' kavramına denk gelmiyor mu? İnsanların bütün yaşamları da işte bu herşeyi arzulayan ve vahşi bir şekilde isteyen nefsi ile daha erdemli olan ruhunun mücadelesi arasında geçiyor. Kitabın sonlarında Pablo'nun tiyatrosunda Bay Harry 'Bozkırdkurdunun terbiye mucizesi' isimli oyunu oynamayı seçtiği bölümde bu düşüncemi destekleyecek inanılmaz ayrıntılara yer veriyor yazar. Bu bolümde kapıyi açıp içeri giren Bay Harry'nin içeride kendisine çok benzeyen bir hayvan terbiyecisinin vahsi bir kurdu bir köpek gibi ipinden tutarak nasıl terbiye ettiiğini gördüğünü anlatıyor. Köpeklerin aksine hiçte evcil olmayan vahşi bir kurdun nasıl ustalıkla ehlileştirildiğini ve önünde bir kuzuyla tavşan olduğu halde sahibi izin vermediği için vücudu iştahla titremesine rağmen onlara dokunmadığını anlatıyor yazar.
Sahnenin bir sonraki aşamasında ise, kurt ile hayvan terbiyecisi rolleri değiştiriyor, az önce kurda komutlar vererek hareketler yaptıran hayvan terbiyecisi eğilerek kurdun emirlerini yerine getirmeye başlıyor, yeniden sahneye çıkarılan kuzu ve tavşanı bir kurt gibi parçalayarak kanlarını zevkle içmeye başlıyor.
İslami ve özellikle tasavvufi düşüncede en büyuk önem insanın nefsinin terbiyesine verilir. Çünkü insandaki nefis de kurt gibi vahşi bir hayvanın sahip olduğu dürtülere sahiptir ve insan ruhundan bu dürtülerinin sorgusuz bir şekilde yerine getirilmesini ister. İnsan ruhu da bu hayvani dürtüleri terbiye edebildiği ölçüde erdemli olur ve tasavvufi anlamda yol alır. Tasavvuf ögretisinde insanların bulundukları dereceler vardır ve en alt basamakta da hiç terbiye edilmemiş nefs-i emmare bulunur ki bu nefis insanları kötülükleri işlemeye tahrik eden isyankar bir nefistir, bu kademede olan nefsin tek amacı istek ve heveslerini ölçüsüzce tatmin edebilmektir. Hatta denilirki en aşağıda olan bu kademeden kurtularak bir üst kademeye geçebilmek için nefsin emrettiği bütün kötülükleri yapmak gerekir. Bu husus konusunda da yine kitapta ermiş kişiler hakkinda şöyle diyor yazar; 'başlangıçta koyu bir günahkar yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da ermişliğe götüren bir yol işlevi görebilir, günah da kötülük de'.
- Mesut Felat Özsoy
( Fikir Zemini )