erotik shop
Bugun...


Çözüm Süreci Üzerine…
''Meselenin Çözümü ile PKK'nın silahsızlandırılması başlıkları ilk bakışta iç içe görünse de bunların ayırt edilmesi daha doğru olacaktır.'' Mehmet Emin Ekmen yazdı.

facebook-paylas
Tarih: 14-08-2015 16:46
Çözüm Süreci Üzerine…
+ -

* Bu metin, Türkiye Barış Meclisi'nin 21-22 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Ticaret Üniversitesinde düzenlediği ''Çözüme doğru'' konferansında sunulmuştur. 

Başlığımız “Çözüm Sürecinin Dünü Bugünü Yarını", Böyle bir çalışmanın doğal olarak konjonktür ile sınırlı olması gerekiyor. Ben de 2013 Ocak ayında başlatılan Çözüm Sürecinden neyi anladığımı ve bu üst başlığa dair görüşlerimi süreye uyarak paylaşmaya çalışacağım. Doğrusu oturum planlamasından benim Ak Parti kimliğim ile davet edildiğim şeklinde bir görüntü var. Partiyi temsilen burada değilim ama malum, partiliyim, dolayısı ile bazı değerlendirmelerim bu  planlamaya uygun olarak bireysel olmaktan ziyade AK Parti’nin yaklaşımları ve pozisyonu üzerinden olacaktır.

 

Çözüm Süreci Nedir?

Çözüm Süreci, PKK'nın silahsızlandırılmasını hedefleyen sürecin adıdır. Kürt meselesinin halli PKK'nın silahsızlandırılmasından bağımsız ve çok daha büyük/önemli bir başlıktır. Ak Parti 2002 yılından bu yana Kürt meselesinin de hallini içeren büyük bir dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştırmaktadır. Bu dönüşüm, büyük bir paradigma değişimi olduğundan, görüldüğü gibi kolay da olmamaktadır. Gerek sistemden gerekse de bürokratik reflekslerden  kaynaklanan çok önemli engellemeler halen devam etmektedir.

Meselenin Çözümü ile PKK'nın silahsızlandırılması başlıkları ilk bakışta içiçe görünse de bunların ayırt edilmesi daha doğru olacaktır. Bu ayrımı yapmanın doğruluğuna dair fikrimi biraz daha açmak istiyorum.

2002 yılında iktidara gelen Ak Parti,  bir yandan ulus devletin vesayet mekanizmaları ile mücadele ederken diğer yandan sistem mağduru tüm kesimlere yönelik iyileştirmeler yaptı. Bu çerçevede tek tipçi ulus-devlet anlayışı ve uygulamalarının mağduru olan Gayri Müslimler, Aleviler, Kürtler ve Dindarlara yönelik kazanımlarda çok ciddi mesafeler kat edildi. 

Mevcut Anayasal sınırlar içerisinde bu dört başlıkta yapılanlar ve yapılamayanları anlatmak böyle bir bildirinin sınırlarını aşar elbette. Konu başlığımız olan Kürt meselesinde;  klişe ifade ile "ret, inkâr, asimilasyon" politikalarına son verilmiş, sorunun iki temel ayağından biri olan Kürtçe'nin kamusal alanda görünür olması ve bunun yasal güvenceye kavuşmasına dair önemli adımlar atılmıştır. Yani bir anlamda Kürdü yok sayan, bir problem,  “ bir mesele” sayan anlayış yok sayılmış, bu alanda önemli düzenlemeler hızla hayata geçirilmiştir.

Sorunun bir ayağı;  bireysel hakların ihlali anlamında Kürtçe’nin yok sayılması ise diğeri, merkez ile taşra arasındaki yetki paylaşımıdır. Kürt Coğrafyasında egemenlik paylaşımı Osmanlı tarihi boyunca merkez ve taşra arasında doğal ve gevşek bir ilişki ile yürütülmüştür. Bu paylaşımın modernleşme dönemi ile başlayıp, 1921 Anayasası’nın lağvı ile tek taraflı olarak ve sert bir şekilde ortadan kaldırılması, sorunun diğer esaslı ayağını oluşturmuştur. 

Ak Parti bu alanda da bir restorasyon girişimi olarak; 2004 yılında kadük kalan yerel yönetimler reformundan sonra il genel meclislerinin yetki ve statülerinin artırılmasını ve çok önemli bir adım olan Büyükşehirler Yasası'nı hayata geçirmiştir.

Yerel yönetimlerin daha da güçlendirilmesine dair adımların atılması ile silahlı bir örgütün varlığı arasındaki olumsuz korelasyonu da “yapılamayanlar” kısmında göz önünde tutmak gerekir.

 

Muhataplık Sorunu

Bu çerçevede Sessiz Devrim olarak ifade edilen büyük dönüşümün ve inşa’nın muhatabı 77 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır  ve bu dönüşüm,  koşullardan bağımsız olarak, bugüne kadar başarılı bir şekilde getirilmiştir. Çözüm Süreci adını verdiğimiz spesifik dönem ise PKK’nın silahsızlandırılmasını hedeflemektedir. Bu yönü ile de sürecin tek ve zorunlu muhatabı örgüt ve ilişkili yapılardır. Özellikle “silahsızlandırma” hedefine yönelik olarak farklı aktör arayışları veya muhataplık üretme girişimleri işin doğasınaaykırıdır. Basit bir ifade ile silahın bırakılması teklifi, silahı elinde tutana yapılır. Bu durum Kürt sosyolojisi ve siyasetinin olanca rengini reddetmek anlamına gelmez. Bu süreci sadece PKK ve ilişkili yapılarla konuşma iradesinin farklı Kürtleri yok saymak anlamına gelmeyeceği açıktır.

Bu anlamda iki farklı tutumun varlığı ifade edilebilir. Bunlardan ilki yukarıda izah edilen “silahsızlandırma” sürecinin farklı aktörlerle konuşulması gerektiğini savunan tezdir. Diğeri ise Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerin hatta yeni anayasanın çözüm sürecinin bir parçası olduğu, bu konuların da  İmralı ve PKK ile konuşulması gerektiği iddiasıdır.

AK Parti’nin bu iki tezi de kabul etmediği ve bu iki durumu farklı iki mesele olarak ele aldığı, demokratikleşmeyi topyekûn 77 milyon vatandaşla, silahsızlandırmayı da PKK ve ilişkili yapılarla konuşmayı tercih ettiği açıktır. 

 

Demokratikleşme/Silahsızlanma Dilemması

Demokratikleşme sorunları ve Örgütü’n varlığının oldukça girift bir şekilde iç içe geçtiği yönünde temel bir ön kabul mevcuttur. Bu, önemli ölçüde doğru ise de, ben; temel hak ve özgürlüklerin tesisi, merkez-taşra arasındaki yetki paylaşımının anayasal güvenceye kavuşturulması ile PKK'nın silâhsızlandırılması sürecinin çok kalın olmasa da net bir çizgi ile birbirinden ayrılması gerektiğini düşünmekteyim. 

Demokratik iyileşmeler ile silahsızlandırmayı karşılıklı bir tahterevalli olarak görmek, kendi içinde bir yönü ile köktenci olup diğer yönü ile çelişkili bir duruma işaret eder. Sistem içi çözüm arayışları doğası gereği tedricilik içerir. Kademeli olarak yapılan  düzenlemelerle nihai bir sistem inşası hedefinde, demokratik/meşru araçlar dışındaki tutum  ve arayışların net olarak reddedilmesi gerekir.

Bu ayrım net olarak ortaya konmaz ise; karar alıcılar karşılıklı olarak birbirine, bu ülkenin geleceği de bu ikileme mahkûm edilmiş olur. Oysa PKK ne yaparsa yapsın demokratikleşmeden yana, devlet ne yaparsa yapsın silahsızlanmadan yana olmak zorundayız.

Sorunun esaslı çözümü Sivil Demokratik Çoğulcu bir Anayasa ile mümkündür. Köktenci bir yaklaşımla meseleyi ele alanlar açısından örneğin önümüzdeki 2015 , seçimlerinde bunu yapabilecek bir meclis tablosu  ortaya çıkmaz ise silahsızlanma konusunu gündemden çıkaracak mıyız? Bu durumda siyasi şartlar izin vermediği için bu konuyu hiçbir zaman konuşamayacak mıyız ?

Bu ikileme mahkûm olmadan konuyu konuşmanın zorlukları ortada ise de; sivil ve demokratik siyasetin getirdiği imkânları ve fırsatları test etmiş bir ülke olarak, demokratik mücadele zemininin hiçbir ön şart koşulmadan kabul edilmesi, güçlendirilmesi gerekir.

 

Silahsızlandırma Girişimleri

Sürece dönersek; Kürt meselesine dair yanlış devlet politikalarının doğurduğu ve artık birçok yönü ile sorundan bağımsızlaşan PKK'nın silahsızlandırılması çabasını ilk kez AK Parti’nin denemediği, rahmetli Özal, Erbakan, Demirel, hatta Anasol-M hükümetininde en az birer kez bunu denediği, AK Parti’nin ise üç ayrı kez bu girişimde bulunduğunu artık herkes biliyor. 

Bu girişimlerin varlığına dair bir başka gösterge ise; değişik isimlerle tam sekiz kez çıkarılan ve neredeyse tamamı kadük kalan "eve dönüş", "topluma kazandırma" yasalarıdır. Bu yasaların tamamının, örgütün silahsızlandırılmasını  hedeflediği açıktır. Bu yasaların , önemli bir kısmında da PKK ilearka plan görüşmeler olduğu biliniyor. Ancak görüşmelerde istenen ilerlemeler sağlanamamış ve PKK’nın deyim yerinde ise bu davete icabet etmemesi nedeni ile yasalar sonuçsuz kalmıştır.

Örgütü Silahsızlandırma iradesinedair diğer bir gösterge de ilki 1993’te kamuoyuna deklare edilmiş,sayısı sekiz’i bulan tek taraflı “ateşkes” ilanlarıdır.

Özal, Erbakan, Bahçeli, Erdoğan hükümetleri döneminde sağlanan ateşkeslerin bir çoğunun “niçin bozulduğu?” hep karanlık ve şüpheli kaldı. Ateşkesi sağlamak ve sürdürmek için büyük çabalar fedakarlıklar gösterildi ancak kirli bir el hep bu çabaları bozdu.

33 Er olayı gibi kendi döneminde örgüt tarafından sahiplenilen ateşkes bozucu eylemler sonradan provokasyon olarak mahkum edildi. 

 

Bu vesile ile şunu ifade etmek isterim ki, örgüt tarafından açık ve net bir “eve dönüş”, “demokratik meşru hayata katılım iradesi” ortaya konulmadıkça yeni bir yasa çıkarılması doğru olmayacaktır.  “Katılım iradesi” ortaya konmadan, sonuçsuz kalabilecek yasaların çıkarılması sadece sürece olan güveni zedeleyecek, önemli bir argümanın boşa harcanması gibi bir sonuç doğuracaktır.

 

Bu durumda en az sekiz kez arabayı devirmiş veya gemiyi sahile selamete çıkaramamış bir tecrübeden bahsedilebilir. Bu tecrübeler ele alındığında, önemli bir kısmının başarısız olmasının sebebi, örgüt veya devlet içinden yapılan provokatif müdahalelerdir. Bazı olayların aslının, esas aktörler tarafından, kendi konjonktüründe tam olarak fark edilemediği, ancak aradan on yıl geçtikten sonra bugün provokasyon olarak nitelendirilebildiği görülüyor.

 

Bunun bugün için anlamı; örgüt veya devlet mekanizması içerisinden sadır olduğu açık olan, sürece olumsuz etki eden olaylarda siyasi pozisyonlar üzerinden savunma geliştirmek yerine sorgulayıcı bir tutum almak, sürecin sıhhati açısından olağanüstü önemlidir.Şu ana kadar süreçte bu dile dikkat edildiğini ifade edebiliriz.

 

Ak Parti döneminde 2004, 2005, 2009 denemelerinden sonra 2013 Ocak ayında başlayan ve silahsızlandırmayı hedefleyen 4. Girişim dönemi içerisindeyiz. Zamanımız bunları tek tek ele almaya müsait değil. Ancak içeriden ve dışarıdan onca saldırıya rağmen Ak Parti hükümetlerinin bu konudaki ısrarcı ve kararlı tutumu şüphesiz takdire şayandır. Öncekilerle birlikte bu dönemde yürütülen bu girişimlerin tamamı, şüphesiz, bir hafıza, çok ciddi bir tecrübe oluşturmuş durumda. Yaşanan her olumsuz olay, sürecin dayanıklılığını artırmıştır. Bu nedenlerledir ki Paris cinayetleri, AK Parti’nin bombalanması, 6-8 Ekim ve Cizre olayları süreci sarsmış ise de sonlandırmamış, hatta yapılan tartışmalar ile süreç daha sağlıklı bir zemine oturmuştur denilebilir.

 

Sürecinmevcut durumunda ve geleceğinde benim bir miktar yakından bildiğim ve bugün önemli bir krize dönüşen birkaç başlığa özel olarak da değinmek isterim;

 

Geri Çekilme ve Kamu Düzeni

İmralı ile görüşmelerin ilk gündem maddesi silahlı güçlerin yurtdışına çekilmesi idi, bu konuda İmralı ve Kandil adasında bir takvim pazarlığı yapıldığı da biliniyor. Ancak zaten isteksiz olan Kandil'in Gezi Parkı gösterilerinin başlaması ile birlikte geri çekilmeyi önce oldukça ağırlaştırdığı sonra da tamamen durduğu malumdur.

Oysa Ak Parti hükümeti, geri çekilmenin kazasız belasız gerçekleşmesi için önce müsteşarlıklar seviyesinde kurumlar arası bir protokol, ardından Bakanlar Kurulu kararı ile her türlü tedbiri ve siyasi sorumluluğu almış idi.

Geri çekilen gruplara yönelik tek bir saldırı olmazken, geri çekilmenin bir türlü gerçekleşmemesi, tam aksine Lice kırsalında bir helikoptere ateş açılması, Hükümet cenahında beklenen bir durum değildi.

Sürecin ilk adımı olarak geri çekilmeyi masaya koyan, bunun sorunsuz olarak gerçekleşmesi için de bürokratik teamülleri zorlayarak tedbirler alan Hükümet’in PKK’nın bu tutumu karşısında oldukça şaşırdığı ve bir samimiyet sorgulamasına girdiği rahatlıkla söylenebilir.

1999’da geri çekilme 500 kayba rağmen  tamamlanmış iken, bu süreçte sebepli veya sebepsiz bir şekilde geri çekilmenin durdurulması çok ciddi ve esaslı bir çelişkidir.

Bu çelişik durumun, örgütteki ikircikli tutumun, kamuoyu ve süreci yakından takip eden fikir adamlarınca da yeterince ele alınmadığını/tartışılmadığını  düşünmekteyim.

 

Kamu Düzeni

Kamu düzeni tartışması, şu anda sürecin gidişatını belirleyecek ana başlıklardan birine dönüşmüş durumda. Hükümetin kamu düzeni ile kastettiği şey şudur: 2002 yılından bugüne kadar devlet,  kendi meşru sınırlarına çekilmiş, derin devlet benzeri tüm yapılanmalarla mücadele etmiş ve bunları tasfiye hedefinde kararlılık göstermiştir.

Mamafih devletin geri çekilme ile boşalttığı alanları örgüt hızla doldurmaya çalışmış ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmuştur. Tüccar ve işadamlarına vergi salma, örgüt talimatlarına uymayanları yargılama, hatta özel hukuk problemleri için dahi mahkeme kurma girişimleri, köyden ilçeye, bölgeden il'e her kademede atanan sorumlu/komiserlerle her yeri zapturapt altına alma, meslek örgütlerinin seçimlerine dahi aktif müdahalede bulunma gibi eylemler 90'lardan beri bir şekilde zaten vardı. Ancak özelde son iki yılda genelde de son on yılda bunun arttığı izlenimi, hükümeti sadece batı değil doğu kamuoyu önünde de zor duruma düşürmüştür.

Daha önce bu uygulamalar kirli bir savaşın zorunlu sonuçları olarak tolore edilir, vatandaşın gündemine girmez iken, şimdi bu eylemler sert olarak eleştirilmekte, hatta bu durumdan hükümet sorumlu tutulmaktadır. Hükümete yönelik eleştiriler sadece bunları engellemediği değil, bazen bunlara sebep olduğu şeklinde de olmaktadır. . 

Kamu otoritesinin bazen ne yapacağını bilememesi bazen de sürece olumsuz bir müdahale niyeti ile  suçolan bu eylemlere karşı sessiz kalması, bölgede büyük tartışmalara sebebiyet vermiştir. Sürekli olarak ve bölgenin tüm illerini gezme fırsatı bulmaktayım. Şunu açıkça ifade edebilirim ki, özellikle son bir yılda bu şikâyetler bariz şekilde artış göstermiş, hatta birçok yerde Ak Partili aktörlere karşı "Çözüm Süreci bu ise biz bunu istemiyoruz" şeklinde isyana dönüşmüştür. Bu tablo karşısında hükümet Kamu Düzenini tesis meselesini birincil bir konu olarak gündemine almıştır. Hükümetin kamu düzenini bozucu faaliyetleri tek taraflı olarak sonlandırma hatta deyim yerinde ise "bastırma" gücü olduğu, bürokrasi içerisinde buna hevesli birçok kişi bulunabileceği açıktır. Ancak böyle bir sonlandırma veya bastırmanın sınırları ve ortaya çıkacak ağır tablo şüphesiz ki makul hiçbir insanın arzusu değildir/olmamalıdır. Hükümetin  düzen bozucu faaliyetleri sonlandırmaya dair bir pratik içerisine girmesinin, değil süreci sonlandırma, süreçten bağımsız olarak yepyeni bir duruma işaret edeceği, bunun da oldukça olumsuz bir durum olacağının hükümet de farkındadır.

Bu nedenledir ki 2014 yılı Ağustos sonu ve Eylül ayı başında İmralı ile görüşmelerin ana gündem maddesi, kamu düzenini bozucu faaliyetlerin tek taraflı olarak sonlandırılması olmuştur. Bu konu İmralı ve Kandil görüşmeleri ile de ele alınmış ve Eylül ortalarında Devlet yetkililerine, kırsalda çadır kurma, mahkeme yapma, şantiye basma, adam kaçırma, vergi salma, şehirlerde hendek kazma ve diğer YDGH faaliyetlerine son verileceğinin teminatı verilmiştir.

Tam bu tabloda arka planı da oldukça şüpheli bir şekilde 6-8 Ekim olayları patlak vermiştir. Ben 6-8 Ekim olaylarını, Türkiye'nin Işid karşıtı uluslararası koalisyonu Esed'e karşı da kullanma girişimlerine karşı İran'ın verdiği bir cevap olarak okuyorum. Süremiz buna elvermez ama bu tezimi çok daha geniş bir çerçevede tartışmaya da hazırım. Bu olayları İran’dan gelen ajanlar yapmadı elbette. Bingöl saldırısında olduğu gibi örgüt mensupları, Yasin Börü cinayetinde olduğu gibi YDGH üyeleri kullanıldı.

Dürüst olmak gerekirse HDP ve Kandil'in ortak aklının bu gösterilerin bir iç savaş provasına dönüştürüleceğini öngörmediğini ve bu sonuçları da tasvip etmediğini düşünüyorum. Bingöl saldırısının açıkça reddedilmesi, olayların henüz ikinci gününde kullanılan provokasyon ifadesi, 11 Ekim’de bölge illerinde olaysız bir “telafi” yürüyüşünün yapılması, örgüt ve parti tabanında yaşanan muhtemelen 30 can kaybına rağmen bunun siyasi polemik konusu yapılmasından uzak durulması gibi tavırları da bu tutumun göstergesi olarak görüyorum.

Şüphesiz bu “durum” karar alıcıların siyasi hatta hukuki sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu ret tutumuna rağmen şehir içinde ve kırsalda bu olaylarda rol alan örgüt ve parti mensuplarına yönelik iç disiplinin işletilmemiş olmasını da önemli bir eksiklik olarak gördüğümü ifade etmeliyim.

Diğer yandan 6-8 Ekim olayları ile simgeleşen, Cizre örneği üzerinden hâlâ devam eden kamu düzenini bozucu faaliyetlerin neden hâlâ tam olarak sonlandırılmadığı hususunun da etraflı olarak tartışılması gerektiğine inanıyorum.

 

Şunu samimiyetle belirtmeliyim ki; ortalama bir Kürt 80 yıldır devletten çektiği zulmü şimdi farklı bir mekanizma ile yeniden yaşamak istemiyor. Bırakın dünyadaki iyi örnekleri, Türkiye'nin batısındayaşayan  bir“vatandaş” kadar özgür olmak istiyor. Yerelde ve ulusalda kaynağını yasalardan almayan hiçbir gücün kendi gündelik yaşamına müdahale etmesini istemiyor. AK Parti’nin bu beklentiyi/talebi sağlayamaması halinde bırakın ülke genelindeki muhalefet partileri ve paralel yapının medya dezenformasyonunu, kendi Kürtlerinden aldığı desteği dahi sürdürmesi zorlaşabilir. Böyle bir tablonun yani bölge insanında oluşacak bir “güvensizlik halinin” yol açacağı sonuçları ise oldukça  geniş bir perspektifle ele almak gerekir.

 

Süreç Yönetimine Dair İki Eleştiri

Siyasi başlıkların değerlendirilmesine geçmeden önce süreç yönetimi'ndeHükümete yöneltilen iki temel eleştiriye de değinmek isterim.

Bunlardan ilki,  insani olan ve çok önemli bulduğum hasta tutuklular/mahkûmlar hususudur. Bu kısımda çok mazeret ifade etmeyi doğru bulmam; ancak yasa değişikliği, hatta bürokratik direnci kırmaya yönelik Adli Tıp ve ilgili dairedeki başkan ve üye değişiklikleri ile önemli mesafe alındığını birçok tahliyenin de  gerçekleştiğini ifade etmeliyim.

Yakın zamanda bazı ölümler gerçekleşti, tabii ki tek bir kayıp bile canımızı acıtmalıdır. Sorunların çözümü için daha net tedbirler alınmalıdır. Ancak hükümetin bu konuda iyiniyetli ve olumlu manada sürekli müdahaleci olduğunu, buna rağmen var olan sorunların sistematik değil vaka bazında bürokratik sorunlar olduğunu ifade etmeliyim.

 

İkinci husus ise izleme kurullarının kurulmamış olmasına yönelik eleştirilerdir. Ben prensip olarak izleme kurullarının gerekli olduğunu hatta pratikte Hükümet lehine sonuçlar doğuracağını düşünmekteyim. Hükümetin de buna karşı olmadığını bilmekteyim. Ancak burada geri çekilme ve kamu düzeninin tesisinin, de facto bir ön şarta dönüştüğü görülmektedir. Hükümet, bu iki şart yerine gelmedikçe sürecin sağlıklı yürüyemeyeceği fikrinde ısrarcıdır. Bingöl saldırısı ve 6-8 Ekim olaylarının, bu iki şart gerçekleşmedikçe her an süreci sonlandırabilecek potansiyelde risklerin gerçekleşme ihtimalinin de Hükümetin hassasiyetine çok önemli örnekler olduğunu düşünüyorum.

Diğer yandan sürecin başladığı günden bu yana Hükümet; Demokratikleşme Paketi, Akil İnsanlar deneyimi, TBMM  Çözüm Komisyonu, hasta tutuklulara dair iyileştirmeler, İmralı görüşme trafiği ile elde edilen yeni durum, en önemlisi de sürece dair bir temel yasanın çıkarılması gibi çok önemli adımlar attı. Sürecin öncesinde ciddi bir eleştiri konusu olan "barış dili"ne dair eleştirilerin de neredeyse sıfırlandığını söyleyebiliriz.

Örgütün attığı tek adım ise; ateşkes ilanıdır. Bunun da birkaç kez ihlal edildiği malumunuzdur.

Bu önemli midir? Çok önemlidir ve değerlidir. Ancak yeterli değildir. 2013 Newroz öncesi taahhüt edilen geri çekilme mutlaka tamamlanmalıdır, hiç değilse, 1999 geri çekilmesi ile Anasol-M hükümetlerine verilen opsiyon Ak Parti hükümetlerine de verilmelidir.

Geri çekilme ve kamu düzenini bozucu faaliyetlerin tek taraflı olarak sonlandırılması durumunda, izleme heyetinin hızla kurulacağını ve siyasi konuların da kamuoyu önünde daha cesaretle tartışılacağını düşünmekteyim.

 

Siyasi Konular

Hükümet ile HDP arasında süreç yönetimine dair yaklaşım farkları kamuoyunun da malumudur.

 

Benim okumalarım Hükümetin, İmralı ve ilgili aktörlerle "Silahsızlanma ve bunun gereğine" ilişkin her hususu konuştuğu, ancak temel hak ve özgürlükler ve yetki paylaşımına ilişkin başlıkların demokratik siyasi zeminde müzakere edilmesini arzu ettiğidir.

Gerek 2002'den bu yana hayata geçirilen iyileştirmeler gerekse de henüz sürecin başında açıklanmış, önemli bir içeriğe sahip olan Demokratikleşme Paketi dikkate alındığında, bu başlıklarda atılacak adımların sürecin gidişatına ambargoedilmeden hayata geçririlmesinin doğru ve önemli bir tutum olduğu açıktır.

Örgüt mensuplarının eve dönüşü ve demokratik sisteme entegrasyonları için Avrupa, Kandil ve yurtiçinde derinlemesine mülakat yolu ile çok önemli bir çalışmanın kamu talebi ve desteği ile yapıldığını biliyoruz. Bu çalışma ile bireysel durumlardan, siyasi entegresyona kadar her başlığın ayrıntılı olarak ele alınmış olması ve eve döneceklerin taleplerinin o rapora işlenmiş olması ileriki aşamalar için önemli bir hazırlıktır şüphesiz.

 

Siyasi başlıkların bugün masada olmayışı, konuşulmak istenmeyişinin, tarafların bu konuda fikir serdetmeyeceği anlamına gelmediği açıktır. Bu konulara yaklaşımı görmek için TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na verilen tekliflerin çok önemli olduğunu ve bunların açık bir politika taahhüdü olduğunu düşünmekteyim.

Bu bağlamda AK Parti’nin bu komisyona verdiği madde tekliflerindeki şu dört başlık önemlidir:

1- Ak Parti Anayasa’nın etnik kavramlardan arındırılması yönünde önemli bir tutum almış, büyük tartışmalardan sonra, sadece başlangıç kısmında ortak bir tarih ve kader bağlamında “Millet” kavramına atıfta bulunulmuştur.

2- Vatandaşlık kısmında anayasal vatandaşlık tanımı önerilmiştir.

3- Anadilde eğitimin önündeki anayasal engel olan 42. Madde/2. Fıkra teklif metninde yer bulamamıştır.

4- Son olarak da yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dair açık bir tutum alınmıştır.

 

Bu başlıklar incelendiğinde; silahsızlanmadan bağımsız olarak önemli bir ilkesel duruş sergilendiği, diğer yandan silahlı mücadelenin sonlandığı bir Türkiye'de bazı psikolojik eşiklerin aşılacağı, özellikle yerel yönetim modellemeleri ve diğer başlıklarda çok daha rahat adımlar atılabileceği kanaatimi tekrarlamak isterim. 

 

Bundan sonra ne beklenebilir

 

Şu aşamada süreci ileriye taşımak için;

 

Örgütün,

 

1- Bölgede bir arada yaşama duygusunu yaralayan ve doğrudan bireysel özgürlükleri hedef alan, Kamu Düzenini bozucu her türlü faaliyete son verilmesi,

2- Hiç değilse Türkiye'de silahsızlanma kararı alma yönünde bir kongre çağrısı yapılması,

Bu ikisini de devleti değil toplumu muhatap alarak yapması ve topluma bu anlamda güven verilmesi gerektiği,

 

Hükümetin de bu adımlara karşılık,

 

1- Öncelikle hasta tutuklu ve mahkûmları bürokratik inisiyatiften kurtaracak bir düzenleme yapılması,

 

2- Sekretarya ve İzleme Kurulu'nun tatmin edici isimlerle ilanı,

 

3- Eve dönüşü kolaylaştıracak, isim ve içeriği ile dönemin ruhuna uygun bir yasal düzenleme yapılması,

 

4- Yeni anayasanın bir bütün olarak demokratik, çoğulcu bir anlayışla ele alınması, hasseten de; vatandaşlık, temel hak ve özgürlükler ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hususunda ilgili adımların silahsızlanma şartına bağlı kalmaksızın atılacağına dair bir politik duruşun güçlendirilerek tekrar deklare edilmesi, süreci rahatlatacaktır, taraflar da bu eylemlere önem atfetmelidir.   

NOT: Bu metin, Türkiye Barış Meclisi'nin 21-22 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Ticaret Üniversitesinde düzenlediği ''Çözüme doğru'' konferansında sunulmuştur. 

 

* Mehmet Emin Ekmen / Avukat - Ak Parti Batman Eski Milletvekili 

 

Kaynak: FİKİR ZEMİNİ 




Bu haber 3910 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
YUKARI